Günde 17 saniyelik filminizi çekin!

5 Nisan 2018

Dış dünyada yaşadıklarımız, kişisel gelişim eğitmenlerinin söyledikleri gibi eğer iç dünyamızın bir yansıması ise o zaman değiştirmek istediklerimiz için bir iç düzenlemeye ihtiyacımız var. Bu konuda bize faydası dokunacak en güçlü araçlar sinema ve müzik. Olmasını istediğimiz anı, günde 17 saniye hayal edip kendi filmimizi çekmemiz şart

Bir arkadaşımın ısrarıyla geçtiğimiz yıl kişisel gelişim sohbetlerinden birine katılmıştım. Laf lafı açtı, konu konuyu getirdi ve en son bir eğitmen bana dönerek “İnanamıyorum gerçekten, anlattığımız şeyleri sen hiç farkında olmadan zaten uyguluyorsun” dedi. Şaşırdım, mutlu da oldum ama tam olarak neleri kastettiğini de uzatıp sormadım.
Geçtiğimiz hafta Human Art’ın Zorlu PSM’de yaptığı ‘İnsan Sanatı Atölyeleri’ni duyunca ilgimi çekti. Hafta sonu tanıtım eğitimine katıldım. Eğitim anlatmakla bitmez, yaşamın her alanına dokunan konular var. Ancak avukat İrem Tunçman Şıkman’ın ‘İlişkilerin Rezonansı’ adıyla verdiği eğitim tam da bu köşeden size anlatabileceğim önemli bilgileri içeriyor.
İrem Hanım diyor ki, dış dünyada ne yaşıyor, ne deneyimliyor ve kiminle karşılaşıyorsan bil ki bu senin dünyanın birebir beden ve olay suretinde sana geri yansımasıdır. Bu, evrenin tamamını oluşturan ve yöneten Rezonans Kanunu’nun doğal bir sonucudur. Bu yüzden de dış dünyada deneyimlemek istediğin duyguları öncelikle iç dünyanda, şimdi, şu an yaratmanın bir yolunu bulmalısın. Frekansını nasıl yükselttiğinin hiç önemi yok. Yeter ki karşına çıkmasını istediğin frekansı içsel olarak yaratmayı başar. Bunun için de her gün 17 saniyelik bir yaratmanın mümkün olduğunu söylüyor. Yani olay şu, diyelim ki sizi düşünen, size saygılı, ilgili bir sevgili istiyorsunuz her gün en az 17 saniye tam da böyle bir sevgiliyle geçirdiğiniz bir anı hayal ediyorsunuz. Tam şu an bunu yaşıyor gibi. Ya da her gün işinize çok mutlu adımlarla gittiğinizi hayal ediyorsunuz. Evet böyle anlatınca “Ya bir git Allah aşkına, ben hayal edeceğim o da olacak öyle mi?” diyebilirsiniz. Fakat, konudan bihaberken, bunu doğal olarak birebir uygulayan biri olduğumu ve gerçekten işe yaradığını kısa süre önce bir arkadaşıma anlatmıştım. “Biliyor musun başarılı insanların röportajlarında hep aynı şeyi okuyorum, ‘Tam bu anı hayal etmiştim’ diyorlar. Ben de neyi gözümün önüne getirdiysem bir gün aynı şekilde, aynı konuşmalarla gerçekleştiğini fark ettim” demiştim. Bunun içine ne yazık ki olumsuz olaylar da dahil. Birine söylemek istediğim, tartışmalı bir şeyler varsa gün geliyor tam olarak hayalimde canlandırdığım konuşmayı cümlesi cümlesine yapıyorum. Çünkü o konuşmayı olayı ben çekiyorum. Üniversiteyi ilk kazandığımda ne yapacağımı hayal etmiştim, aynısı oldu, ilk işime girişim, sonrasında yapılacağını tahmin ettiğim bir konuşmada neler söyleyeceğim... Konuşmayı zihnimde yazmıştım bile!
Zihin filmi gerçek zanneder
Peki diyeceksiniz ki bunun sinemayla ne alakası var? ‘Hayal etmek’ demek, zihninde film çekmek değil mi? İrem Hanım diyor ki, filmler ve müzik kişileri hızlıca belirli bir frekansa sokabilen araçlardır. Örneğin nasıl ki korku filmlerini seyrederken gergin bir duygu durumuna geçeriz, işte bu durumu zihin gerçeklikten ayırt edemez. Siz de etrafınıza gergin bir frekans yaymaya başlarsınız. Aynı şekilde hayatınızda keyifli bir aşk veya başarılı bir kariyerin olmasını istiyorsanız da sonunun mutlu ve zaferle bittiğini bildiğiniz, ilham veren filmleri seyretmek, müzikleri dinlemek bu konuda yardımcı oluyor zihnimize. Yaratım sürecini hızlandırıyor. Elbette ki ‘Sadece sonu mutlu biten filmleri izleyin’ gibi bir durum söz konusu değil ama belli bir frekans yayma sürecinde size yardımcı olabilecek güçlü bir araç olduğunu belirtmekte fayda var.
Bazen izlediğiniz bir film, hayatınızı etkiler. Başka hayaller kurmanızı, belki daha cesaretli kararlar almanızı sağlayabilir. Her gün 17 saniyelik filminizi çekmek ve bu filmi gerçekleştirebilmek için bir ‘İzlenecekler’ listesi yapmaktan kimseye zarar gelmez :)

Devamını Oku

Unutmayalım unutturmayalım!

15 Mart 2018

Geçtiğimiz gün sahiplerini bulan 50. SİYAD Ödülleri töreninde filmler kadar verilen mesajlar da destekler de önemliydi. Kadınlar, Türkiye’nin kadın cinayetleri ve taciz vakalarında dünyada 3. sırada bulunduğunu söyleyerek bunların bir an önce son bulmasını diledi. Setlerde cinsiyet eşitliği ve çeşitliliği dilediler. Erkekler de ayakta alkışlayarak desteklerini eksik etmedi. Bu vesileyle, ‘istismar’ kelimesinin yerine ‘taciz ve şiddeti ele alan filmler’ olarak adlandıracağım yapımlardan bazılarını tekrar hatırlayalım istedim. Konuyu ele alıp aslında büyük bir de sosyal sorumluluk rolü üstlenen yapımları unutmayalım.

Marion, Hep 13 Yaşında (2016)

13 yaşında bir kız çocuğu... Marion Fraisse. 2013’te tacize uğruyor. Küçücük bedeni de psikolojisi de yaşadıklarını kaldıramıyor. İntihar ediyor. Annesi susmak yerine bütün hislerini kağıda döküyor. ‘Marion Hep 13 Yaşında’ adlı kitap o kadar ilgi görüyor ki filme de uyarlanıyor ve olay sonrası Fransa, taciz ve şiddet ceza yasasını yürürlüğe sokuyor.

Mutluluk (2007)

Meryem, köyünün yakınlarında bir göl kenarında perişan ve baygın halde bulunuyor. ‘Namussuz’ damgası yiyen Meryem, töre gereği öldürülmeli ve ailesinin namusu temizlenmelidir. Ölüm yolculuğunda Meryem ve Cemal’in Profesör İrfan Kurudal’la tanışması ve yaşananlar ilginç.

Spotlight (2015)

Globe’un yeni genel yayın yönetmeni Marty Baron, ekibini çocuklara tacizde bulunmakla suçlanan bir rahibi araştırmaları için görevlendiriyor. Araştırma ilerledikçe olayın büyüklüğü anlaşılıyor. Bir değil birçok rahibin bunu yaptığı ve Kilise’nin de onları koruduğu ortaya çıkıyor.

Devamını Oku

Önyargı kabustur

8 Mart 2018

Serhat Teoman, Buğra Gülsoy ve Emre Erkan’ın yönetmenlikten yapımcılığa ve oyunculuğa kadar her aşamasını üstlendiği ‘Mahalle’ çocuk tacizine farklı bir açıdan bakıyor. Suç ve insanı suça götüren nedenlerin, önyargıların anlatıldığı film, hem konusu ve anlatımı hem de oyunculuklarıyla oldukça başarılı

Bir kasap (Serhat Teoman), bir bakkal (Buğra Gülsoy) ve bir emlakçı (Emre Erkan)... Sakin, kendi halinde bir mahallenin çok iyi anlaşan bu üç esnafı izleyiciyi ‘Mahalle’ filmi ile önyargının yıkılacağı ilginç bir yolculuğa çıkarıyor.

Teoman, Gülsoy ve Erkan çok yakın arkadaş. GET Yapım’ı birlikte kurdular. Suç ve suçlu psikolojisini bir hücrenin içinde sıkışıp kalan tarihin en kanlı cinayetlerini işleyen 5 seri katil üzerinden anlattıkları ‘Pragma’ oyunlarını sahneliyorlar. Oyunu yazan ve yöneten Gülsoy.

Birini suça götüren nedenler ve inanışları ekibin ilgi alanına giriyor. Mahalle filmi de oyunun bir kısmının beyazperde uyarlaması aslında. Oyunda seri katiller bir araya getirilip suç işleme nedenleri ortaya konulurken, filmde de ‘normal şartlarda’ suç işleyeceğini tahmin edemeyeceğimiz, gayet sıradan bir hayat süren insanların da neler yapabileceğini görüyoruz.

Mahallede erkekler futbol maçıyla, mangalla eğlenirken kadınlar da günlük dedikodularını yapıyor, çocuklarını büyütüyor. Doğal olarak bir aile olma, birbirinin arkasını kollama durumu var.

Peki, bir adam tek başına bu mahalleye taşınsa... Ve bu adam her sabah erkenden çocuk parkına gitse, kız çocuklarını sevmeye çalışsa? Sonrasında neler olabileceğini tahmin etmek çok zor değil. Bu yabancının varlığı, mahalleninin tüm huzurunu kaçırıyor. Ancak mahalleli ne kadar inatçıysa o da inatçı, tüm nefrete rağmen gitmiyor. Mahalleli için de geriye tek bir çare kalıyor: Öldürmek!

Nefes aldırdı

Açıkçası son zamanlarda yerli filmleri izlemeye eskisine oranla daha gönülsüz gidiyorum. Klişe konular, yeteneğine bakılmaksızın sırf birisi birisinin tanıdığı ya da sevgilisi diye rol vermeler, ‘Bizim filmimiz’ mantığıyla ‘Amann o da olsun bu da olsun’ diyerek ortaya karışık sonu bir türlü gelmeyen sahneler, bel altı ucuz esprilerle ‘Ee halk buna gülüyor’ savunmasıyla komedi yaptığını iddia edenler vs vs... Evet son birkaç yıldır yerli filmlere olan ilgi yabancı yapımları geçti. Bu iyi bir gelişme olsa da sonuç olarak salondan çıkan seyircinin ne kadar memnun kaldığı bence daha önemli. İşte tam bu noktada ‘Mahalle’ filmi bana nefes aldırdı diyebilirim. 81 dakikanın sonunda ‘İşte budur ya’ diyebileceğimi hiç tahmin edemedim.

Devamını Oku

Gençlerle birlikte değişen Amerika

1 Mart 2018

5 dalda Oscar adayı ‘Lady Bird’, ergenlikten yetişkinliğe geçişteki tüm sancılı olayların üstesinden gelmeye çalışan Christine’nin yaşadıklarını, 2000 sonrası değişen ABD ile iç içe anlatıyor. Filmin atmosferi çok güçlü bir şekilde yansıtılıyor

Senarist ve oyuncu Greta Gerwig’in ilk yönetmenlik denemesi ‘Lady Bird’, bu yıl ‘En İyi Film’ dahil 5 dalda Oscar adaylığıyla öne çıkan yapımlardan. 2002 yılında geçen film, her ergen gibi günlük olaylar ve sıkıntıların üstesinden gelmeye çalışan 17 yaşındaki Christine McPherson’ın (Saoirse Ronan) yaşadıklarını anlatıyor. Kendine verdiği isimle Lady Bird (Türkçesi ‘Uğur Böceği’), babası da işten çıkarılınca hemşirelik yaparak evi geçindirmeye çalışan kontrolcü annesi Marion (Laurie Metcalf), kendi dünyasında yaşayan ağabeyi ve onun kız arkadaşıyla yaşıyor. En büyük hayali New York’ta bir üniversiteyi kazanarak ‘aşırı sıkıcı’ Sacramento’dan bir an önce ayrılmak ve kendi hayatını yaşamak!

Her ergenin yaşadığı gibi Lady Bird de hem arkadaşlarıyla hem ailesiyle hem de kendiyle çatışma halinde. Özellikle o yaşlarda hepimizin yaşadığı ebeveyn ile anlaşamama ama bir o kadar da birbirine bağlı olma durumu filmde hakimiyetini kuruyor. Anne Marion, daha fazla para kazanabilmek için sürekli mesaiye kalıyor, oldukça sinirli. Evin düzeni konusunda çok hassas. Herkesin harfiyen kurallara uymasını istiyor. Anne kız ne kadar sorun yaşasa, sevilmediklerini düşünseler de gerçekler bambaşka. Aralarındaki sessiz iletişim, aslında elbise yığını bir mağazada kızının hayran olacağı kıyafeti eliyle bulmuş gibi bulabilecek kadar kuvvetli. Bird de her ne kadar annesi gibi olmamak için elinden geleni yapsa da bunu başaramayacak kadar ona benziyor. Babasıyla ise durum çok farklı. O evin yumuşak ve anlayışlı tarafı.

Komedi-dram dengesi

Gerwig’in karakterleri merhametli. Affedici yönleri ağır basıyor. En şaşılacak olanlar bile...

Film boyunca yaşananlar, bizim şu an bir filmde göreceğimiz küçük ama o yaşlardaki insanlar için büyük olaylar. Bird’ün okul hayatı, hoşlandığı çocuğu etkileme çabası, ilk cinsel deneyimi, ehliyet alması, şehir dışına çıkma konusunda aileyi ikna etmeye uğraşması ve hepsinin karşısında da parasızlık... Bunlar yetişkinliğe giden yolda bizi biz yapan olaylar. Bird, benim tahminimin üzerinde bir güçle hepsiyle savaşmasını biliyor. Ancak filmin bir de alt metni var. 2000 sonrası değişen ABD’yi beyaz perdeye aktarıyor. Bu değişim yalnızca olgun insanların geri plana atılarak, yerlerine gençlerin gelmesinden ibaret değil! Çağ değişiyor, sosyo-ekonomik açıdan bambaşka bir ABD ortaya çıkıyor...

Film, komedi-dram dengesini çok güzel kuruyor. Sınıf farklılıklarını da ele alıyor, dini de cinsel tercihleri de. Ancak her şeye rağmen önemli sinema platformundaki eleştirmenlerden 100 tam puan almasını abartılı buluyorum.

Diğer yandan filmin Sacramento’da geçmesi de tesadüf değil. Greta’nın doğup büyüdüğü yer Sacramento. Annesi de hemşire ve karakterimiz de onun gibi Katolik lisesine gidiyor. 10 milyon dolar gibi düşük bir bütçeye sahip olan film, 1 saat 34 dakikalık süresiyle de hiç sıkmadan kendini izlettiriyor.

Devamını Oku

Çocuk gözünden Amerikan rüyası

22 Şubat 2018

Zengin ve gösterişin arka sokaklarını, günü kurtarmaya çalışarak hayatta kalmaya çalışanları bir belgesel izlettirir gibi anlatan yönetmen ve senarist Sean Baker, yine yapacağını yapıyor. Florida Sosyal Konutları’nı, 6 yaşındaki Moonee ve arkadaşlarının gözünden anlatarak Amerikan Rüyası’na darbeyi vuruyor

Bir fotoğrafçı, her gün binlerce turistin akınına uğrayan mekanların hemen yan taraflarındaki karışık, çirkin görüntüleri fotoğraflamıştı. Çöp yığınlarından tutun da turistlere musallat olan satıcılara ya da farklı eğlenceler vaat edenlere kadar...

‘The Florida Project’, rüyaları gerçek kılan Disneyland’in hemen yanında Florida Sosyal Konutları’nda kalan fakir insanların hayatlarını çocukları üzerinden anlatan, ‘Amerikan Rüyası’nı yıkan bir film. 2015’te telefon ile çektiği, hayat kadını olarak çalışan trans bireyleri yansıttığı ‘Tangerina’ filmi ile adını duyuran yönetmen ve senarist Sean Baker, kendi şahaserini yaratmayı başarıyor. Film, adeta bir belgesel şeklinde ilerliyor. Bir odalı motel tarzındaki konutlar, ‘marjinal’ olarak nitelendirilen, genelde toplumun görmek, duymak istemediği kişilerin yaşam sürdüğü bir yer. Halley (Bria Vinaite) ve 6 yaşındaki kızı Moonee de onlardan sadece biri. Halley, çok genç yaşta anne olmuş. Daha önce neler yaşadığını, nasıl bu kadar yalnız kaldığını bilmiyoruz. Kızıyla birlikte günü kurtardığı bir hayatı var. Parfüm satarak ya da başka işlerle kirasını ödeyecek kadar para kazanıyor. Ertesi günü o gün geldiğinde düşünüyor. Bazen lüks otellerin açık büfesine sızarak karınlarını doyuruyorlar bazen de komşularının çalıştığı yerden gizlice verdikleri yiyeceklerle.

Büyümüş de küçülmüş

Film, bunca fakirliğin içinde kendi dünyalarını yaratan Moonee ve onun arkadaşları üzerinden anlatılıyor. Moonee’yi canlandıran Brooklyn Prince’in oyunculuğu bugüne kadar izlediğim en doğal oyunculuk. Arkadaşlarıyla birlikte yaptıkları yaramazlıklar aslında onların kendilerini kanıtlama ve eğlenme yöntemleri. İlk dakikalarda çocukların yaptıkları, çıkardıkları sesler rahatsızlık verse de kısa sürede onların dünyasına alışıyorsunuz. Her biri büyümüş de küçülmüş gibi. Büyükleri resmen parmaklarında oynatıyorlar. Kendi çocukluğunuzu, yaptıklarınızı hatırlatıyorlar. Buldukları herhangi bir eşyayı yaratıcı bir şekilde oyuncak olarak kullanmaları, karınlarını doyurmak için yaptıkları, birbirlerine sahip çıkmaları... ‘Çocukluk güzel şey’ dedirtiyor bir kez daha ve 2 saat boyunca sıkılmadan izlemenizi sağlıyor. Moonee, bize çocukların tüm olaylara ve durumlara karşı ne kadar güçlü kalabileceğini de kanıtlıyor. Fakirliğin en dip seviyede yaşandığı yer, çocukların eğlence parkı olabiliyor.

Devamını Oku

Dişlek Recep

8 Şubat 2018

Recep İvedik’ten sonra Şahan Gökbakar’ın ‘Dikkat Şahan Çıkabilir’ programındaki sevilen karakterlerinden ‘Kayhan’ da sinemaya uyarlandı. Skeçlerde kendine has özellikleriyle öne çıkan Kayhan’ın sinemada Recep’e çok benzemesi dikkat çekiyor

Komedyen Şahan Gökbakar, 2005-2006 yıllarında hazırlayıp sunduğu ve kendisine şöhretin kapılarını açan ‘Dikkat Şahan Çıkabilir’ programından bir karakteri daha sinemaya taşıdı. Birbirinden ilginç karakterlere skeçlerinde hayat veren Şahan, önce Recep İvedik’i şimdi de Kayhan’ı sinemaseverlerle buluşturdu.

Kayhan, ‘Dikkat Şahan Çıkabilir’ programının en sevilen karakterlerinden biriydi. Temiz kalpliliği, dostları için her şeyi göze alması, kendine has tarzıyla yaya yaya “Check it out”, “Give me five bro”, “Yakşamlar diliyorum” demesi ve tabii ki takılı kalmış bir şekilde “Neden? Neden?” diye sorgulayışıyla sevdiriyordu. Kayhan’ı sevenler, sinemaya uyarlanma haberiyle doğal olarak bayağı bir heyecanlanmıştı.

İntikam yemini

Filmin seneryosu Şahan Gökbakar ile kardeşi Togan Gökbakar’a ait. Yönetmenliği de Togan Gökbakar üstleniyor. Konu kısaca şöyle: Kayhan, Ankara’da oturuyor. İstanbul’da mezun olduğu lisenin pilav gününe katılmak ve dostlarını görmek için maceralı bir yolculukla İstanbul’a gidiyor. Ancak pilav gününe sınıfından başka kimse katılmıyor. Tek başına pilav gününün altını üstüne getirirken mezuniyetinde alamadığı okul yıllığı hediye olarak veriliyor. O da ne? Yıllarca aynı sıraları paylaştığı, dost olarak gördüğü sınıfındakiler yıllığa bildiğin Kayhan için nefretlerini kusmuşlar. “Hadi biz mezun olup kurtulduk, ailesi ne yapsın?” diyenlerden, “Eldivenle bile dokunulmaz” diyenlere kadar... Bağıra bağıra ağlayarak etkinliği terk eden Kayhan, bro’su Orçun’un evine gidene kadar intikam yeminleri ediyor. Her birinden ayrı ayrı intikamını almak için plan üstüne plan yapan Kayhan, yaptığı kaba güldürüyle bekleneni veremiyor.

Bunun öncelikli nedeni Kayhan’ın Kayhan olamaması. Şahan Gökbakar, Recep İvedik’i bu filmde de yaşatmaya devam ediyor. Kayhan bazı sahnelerde tamamen Recep gibi yürüyor, onun gibi konuşuyor... Söyledikleri bile aynı. Gözlerinizi kapatsanız, karşınızda Recep’ten başka birinin olduğunu düşünmenizin imkanı yok. Gözünüzü açtığınızda da dişlek ve sakalsız bir Recep var. Bu yüzden belki de Şahan’ın Kayhan için biraz daha beklemesi ve kendini de dinlendirmesi gerekiyordu.

Devamını Oku

Eylemler konuşuyor!

1 Şubat 2018

Kızının faili meçhul cinayetini aydınlatmak için zekice bir yola başvuran annenin hikayesinin anlatıldığı ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’, 2018 Oscar Ödülleri’nde 6 dalda 7 adaylığa sahip. Karakterlerin eylemleriyle konuştuğu film, birden fazla Oscar’ı kazanacak senaryoya ve oyunculuğa sahip

17 yaşındaki kızı tecavüze uğrayıp yakılarak öldürülen bir anne ne yapar? Sanırım böyle bir annenin neler yapabileceği hakkında düşünebileceğimiz her şey eksik kalır. ‘Brüj’da’ ve ‘Yedi Psikopat’ filmleriyle tanınan Oscar ödüllü Martin McDonagh’ın 3’üncü uzun metraj yapımı ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’ (Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri) başlangıç dakikalarında kendinden nefret ettiren ancak ilerleyen dakikarda bu nefreti aşka dönüştüren bir film.

Filmde, kızı öldürüldükten sonra kolluk kuvvetlerinin katili bulmak için hiçbir şey yapmadığını düşünen Mildred Hayes (Oscar ödüllü Frances McDormand), zekice bir plan yapıyor. Drinkwater Yolu üzerindeki 3 reklam panosuna kasabanın saygı duyulan ve kanser nedeniyle ölümü bekleyen polis şefi William Willoughby’i (Oscar adayı Woody Harrelson) hedef alan afişler astırıyor. Willoughby’i suçlayıcı yazılar haliyle kasabalının pek de hoşuna gitmiyor. İşin içine Hayes’in eski kocası, Willoughby’nin özellikle siyahilere şiddet eğilimi olan yardımcısı Dixon (Sam Rockwell) ve kasaba halkı da girince işler iyice karışıyor. Hayes ve kasabanın kolluk kuvvetleri arasındaki savaş başlıyor.

Hayes, duygularını kenara bırakalı uzun zaman olmuş, öfkeli ve yaptığı işte kararlı. Hiçbir şeyin onu yolundan çevirebilmesi mümkün değil. Hayes, bu afişler sayesinde televizyona çıkıp derdini anlatabiliyor ve herkesin unuttuğu/unutmak istediği olaya tekrar dikkat çekmeyi başarıyor. Hayes’a göre, yerel polis departmanı gerçek suçluları bulmak yerine siyahilere işkenceyle meşgul oluyor. Onların kafalarını asıl işlerine döndürmek, ancak böyle bir yolla mümkün.

Bu yıl 6 dalda aday olduğu Altın Küre’de ödüllerin 4’ünü almayı başaran yapım, Oscar’da ‘En İyi Film’, ‘En İyi Kadın Oyuncu’, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’da iki adaylık, ‘En İyi Film Müziği’, ‘En İyi Özgün Senaryo’ ve ‘En İyi Film Kurgusu’ olarak tam 6 dalda yarışıyor.

Devamını Oku

Bitmeyen isyan yapmışlar!

25 Ocak 2018

‘Labirent’ serisi, ‘Son İsyan’ filmiyle vedasını yaptı. Birçok filmden esintiler taşıyan yapım, 2 saat 22 dakikalık süresi ve inandırıcılığı arka plana atan sahneleriyle bazen hiç bitmeyecek hissi yaşatıyor

3 filmlik ‘Labirent’ serisinin son filmi ‘Maze Runner: The Death Cure’, Türkiye’de ‘Labirent: Son İsyan’ adıyla vizyona girdi. Filmlere Türkçe isim koyarken inanılmaz yaratıcıyız! ‘Ölümcül Deney’, ‘Savaş’ ve ‘İsyan’ ismiyle yayınlanan kaçıncı film oldu bilmiyorum. Orjinal adı da çok iç açıcı olmasa da insan arada farklılıklar arıyor.

Filmin çekimlerine başrol karakteri Thomas’ı canlandıran Dylan O’Brien’ın sette geçirdiği kaza sonrası ara verilmişti. Dünyaca ünlü oyuncu O’Brien’ın iyileşip filmi tamamlaması herkesi sevindirdi. Açıkçası filmin yüzde 70 seyredilme nedeni olaylar zinciri, yarattığı etki, çekimler ve diğerleri ise yüzde 30’u Thomas’ı O’Brien’ın canlandırması diyebilirim. O’Brien, en çok sevilen genç oyuncular arasında.

İlk film ‘Labirent: Ölümcül Kaçış’ta geçmişe dair hiçbir şey hatırlamadan uyanıp içine düştükleri labirentten kurtulmayı başaran gençler, ikinci film ‘Labirent: Alev Deneyleri’nde üzerlerinde deney yapan WCKD’ye karşı mücadeleye girişmişlerdi. Ekipten Teresa’nın (Kaya Scodelario) ihanetine uğrayan gençlerin, arkadaşları Minho da (Ki Hong Lee) WCKD’nin elinde kalmıştı. Yeni film, Minho’yu geri almak için WCKD’nin virüsten arındırılmış ‘Son Şehir’ine girmeyi anlatıyor.

Yine virüs yine zombiler

Peki bu WCKD’nin derdi nedir? Cevap oldukça klişe aslında. En basit anlatımıyla insanları zombiye çeviren bir virüs hızla yayılıyor. Labirentten kaçan bu çocuklar virüse karşı bağışıklığa sahip. Virüse karşı panzehir üretmeye çalışan WCKD’nin bu çocuklara ihtiyacı var. Ancak, o kadar ağır testler yapıyorlar ki sonuç olarak bağışıklığı olanların kaçması normal.

Devamını Oku