2 Oscar ödüllü Coco, bir kez daha vizyona giriyor. Tam da Babalar Günü’nde bir baba, kızı ve torununun hikayesini anlatıyor. Müzik eşliğinde, asıl ölümün seni kimse hatırlamadığında yaşandığını söylüyor
2018 Oscar Ödülleri’nde ‘En İyi Animasyon Filmi’ ve ‘Remember Me’ ile ‘En İyi Özgün Şarkı’ ödülünü kazanan Coco, Ocak ayındaki ilk gösterim sonrası bugün tekrar vizyona giriyor. Her animasyonun kaderi olan ‘çocuk filmi’ olarak görülmesi Coco’nun da başına gelse de film bunun altından başarıyla kalkıyor.
Film, birkaç kuşaktır ayakkabıcılık ile uğraşan, müziği yasaklayan Meksikalı ailenin küçük oğlu Miguel’in yaşadıklarını anlatıyor. Miguel’in hayali, idolü Ernesto de la Cruz gibi büyük bir müzisyen olmak. Bir film düşünün ki henüz izlerken ölüm hakkındaki hisleriniz değişiyor, korkularınız azalıyor. Tam ‘Amann konu klişeymiş’ derken ters köşe yapıyor.
Beni hatırla
Meksika’da ‘Ölüler Günü’ olarak ölülerin anıldığı günde düzenlenen yarışmaya katılarak yeteneğini kanıtlamak isteyen Miguel, köpeği Dante ile birlikte kendini bir şekilde Ölüler Şehri’ne geçmiş olarak buluyor. Asıl dünyada yakınları tarafından hala hatırlanan ve fotoğrafları asılan ölüler, iki dünya arasındaki çiçek yaprakları ile süslenmiş yol üzerinden yürüyerek yakınlarının yanına geçebiliyor ve bu anma gecesini ailesiyle geçirebiliyor. Ölüler Şehri’nde büyük büyük annesi, akrabaları, Hector, Ernesto de la Cruz ve hatta Frida Kahlo ile tanışan Miguel, kendini hiç tahmin etmediği bir hikayenin içinde buluyor. Cruz ile tanışabilmek için Hector’dan yardım alan Miguel, aynı zamanda ailesinin nesillerdir neden müziği yasakladığının gizemini de çözüyor.
Hayatta en önemli şeyin aile ve aile bağları olduğunun vurgulandığı yapım, fotoğrafları yaşayanlar tarafından sunağa konulmayanların diğer dünyada ikinci kez öldüğünü buna da ‘Nihai ölüm’ denildiğini söylüyor. Açıkçası ölüm ve unutulmak hiç bu kadar güzel işlenmemişti. Müzikleriyle birlikte zamanın nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı film, Babalar Günü yaklaşırken harika bir baba, kız ve torun hikayesi sunuyor. Erkekleri de ağlatan film olması cabasıyken Pixar için de asıl ruhuna dönüşü niteliyor.
1950’li yılların İngiltere’sinde eşini savaşta kaybettikten sonra bir sahil kasabasında açtığı kitap evi ile hayata tutunmaya çalışan Florence Green’in hikayesi özellikle görsellik açısından büyük zenginliğe sahip. Ancak, kitaptan uyarlanan filmde önemli ayrıntılara yer verilmemesi boşluk yaratıyor ve izleyiciyi hikayeden uzaklaştırıyor
Bol ödüllü yönetmen Isabel Coixet’in, Penelope Fitzgerald’ın aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarladığı ‘The Bookshop’ (Kitap evi) hayatta tek başına kalan cesaretli bir kadının hikayesi. 1950’li yılların İngiltere’sinde savaşta çok sevdiği eşini kaybeden Florence Green (Emily Mortimer), yerleştiği küçük bir kasabada tekrar hayata tutunmaya çalışıyor. Kitapları çok seven Green, sahilde yaptığı yürüyüşler sırasında kasabaya bir kitapçı açmaya karar veriyor. Ancak ne bankalardan ne de kasaba halkından beklediği yardımı göremiyor. İşin en kötü tarafı da 6 ay boyunca uğraşıp satın aldığı terkedilmiş eski ev hakkında kasabanın önde gelen kadınlarından Violet’in de (Patricia Clarkson) planının olması... Bu plan akustiği iyi olan evi bir sanat merkezine dönüştürmek. Gerçek amaç ise başka bir kadının kasabada bu kadar güçlü olmaması...
Bazen kadının kadına yaptığını kimse yapamaz ya bu da onlardan biri. Green, her şeye rağmen rutubetli eski evi temizleyerek kitaplarını yerleştiriyor ve sakin bir şekilde sadece işine odaklanıyor. Onun bu tavrı kasabalının da ilgisini çekiyor. İlk başlarda kitap evi müşterilerle doluyor. Hatta Green yanına çalışkan, sadık ve zeki Christine’i (Honor Kneafsey) yardımcı olarak alıyor. Filmde en sevdiğim karakter Christine oldu diyebilirim. Green ile Christine’nin kurduğu bağ bir anne kız gücüne sahipken, aradaki patron çalışan çizgisini korumalarını izlemek çok keyifliydi. Kneafsey’in oyunculuğu da ayrıca izleme keyfi veriyor.
Huzur kokan sahneler
Diğer taraftan Green’e bir destek de hakkında birçok efsane dolaşan, evinden pek dışarıya çıkmayı tercih etmeyen ve kitaplara bayılan Edmund Brundish’ten (Bill Nighy) geliyor. Brundish, başlarda mektuplaşarak kitap sipariş ettiği Green ile sonraları bir araya gelme kararı alıyor. Unuttuğu bazı duygular Green ile tekrar ortaya çıkıyor.
İspanya, İngiltere ve Almanya ortak yapımı film görüntü yönetmenliği açısından oldukça başarılı olmasına rağmen uyarlama konusunda bayağı zayıf kalıyor. İlişkilerin nasıl ilerlediği, bağların nasıl kurulduğu önemliyken filmde bu durumlar yüzeysel işleniyor. Bu yüzeysellik de konuyu zorlama bir yapıma dönüştürüyor. Önemli ayrıntıların verilmemesi büyük boşluklar yaratıyor.
Ancak; bir kadının umutları, kitap sevgisi ve cesaretini anlatan yapımda sadece ahşap kolilerden çıkan kitapları görmek bile huzur veriyor. Görüntü yönetmenliği açısından oldukça başarılı olan yapım, dönemin ruhunu çok iyi anlatıyor. Özellikle sahil sahnelerinde esen rüzgar sizin de yüzünüze değiyor.
Anti kahraman, geveze Deadpool’un 2’nci filmi saniyede bir gönderme ile resmen baş döndürüyor. Marvel ve DC evrenlerine hakim olmayan, karakterleri, hikayelerini bilmeyenler için anlaması bayağı zor bir yapım
Süper kahraman deyince aklımıza ağır başlı, dünyayı kurtarmak için her şeyi göze alan, dürüst, karizmatik/çekici, zeki ve bir de tüm vücuduna yapışan renkli taytlar giyen üstün yetenekli kişiler geliyor. Marvel evreninden Deadpool’dan (Ryan Reynolds) bahsederken bunların birçoğunu unutmamız gerekiyor.
‘New Mutants’ çizgi romanının ilk olarak 98. sayısında kötü karakter olarak ortaya çıkan daha sonra da X-Men karakteri Wolverine’in kurduğu X-Force’a katılarak iyilerin tarafına geçen Deadpool, aşırı geveze, aklına geleni yapan, duygularını ön planda tutan ve her şeyle dalgasını geçen bir anti kahraman. 2016 yılındaki kendine ait ilk filmde üzerindeki deneylerden sonra ölümsüzleşmesine tanık olduğumuz Deadpool, kahramanlık işlerine soyunmuştu. Aynı zamanda sevgilisi Vanessa ile mutlu bir ilişkisi olan Deadpool’un ilk filmi 58 milyon dolara mal olmuş ancak o kadar sevilmişti ki yapımcısına 783 milyon dolar kazandırmıştı. Hatta Deadpool’un bir çanta dolusu patlayıcı ve silahla çatışmaya gittiği sahnede çanta takside unutuluyor ve Deadpool etraftan bulduklarıyla düşmanlarıyla savaşıyordu. Meğer olay şöyleymiş: Yapımcılar, ‘Bu film zaten tutmayacak fazla para ödemeyelim’ diyerek anlaşılan paranın hepsini vermemeye karar verince planlanan sahneler çekilememiş.
Deadpool da savaşında silahsız kalmış. Bence Deadpool’a değer katan sahne de oydu. İyi ki yapımcılar böylesine öngörüsüz olmuş da o güzelim yaratıcı sahneleri izleyebilmişiz.
Deadpool’un X-Force’u
Bu hafta vizyona giren film işte bu başarının ardından geldi. Resmen, günler saatler sayıldı bu filmi izleyebilmek için. Yeni filmde Deadpool kız arkadaşı Vanessa ile çocuk hayalleri ve mutlu bir yuva planı kurarken beklemediği olaylar oluyor. Bu durumdan dolayı kendini suçlayan Deadpool büyük bir çöküş yaşıyor. Kendini de öldüremeyince kalbinin ait olduğu yeri arıyor. Bu sırada gelecekte tehdit oluşturan birini günümüze gelip öldürmeye çalışan Cable ile Deadpool karşı karşıya geliyor. Deadpool Cable’ı durdurabilmek için süper güçlere ve hiçbir güce sahip olmayan kişilerden kendi X-Force ekibini kuruyor. Bu saatten sonra da aksiyon bitmiyor tabii… 2 saatlik film çok eğlenceli ve bol göndermeli. Neredeyse her saniyeye bir gönderme düşüyor. Marvel ve DC evrenlerini, karakterlerini, daha önce neler yaşadıklarını hatta repliklerini, en ünlü hareketlerini pek bilmeyenler için gerçekten bu filmi izlemek bir işkenceye dönüşebilir.
Anneler hep o çocukluğumuzdaki halleriyle kalacaklar gibi hissettirir. Onların gücü de bence buradan geliyor. O güce armağan edilen ve her yıl Mayıs ayının 2’nci Pazar’ı kutlanan Anneler Günü’nde ilham veren kadın filmlerini anneniz ile birlikte izleyebilirsiniz. İmkanı olanlar, annesine sarılarak bu dünyanın tüm sıkıntılarına, zorluklarına bir süreliğine sırtını dönebilir…
Farkına vardığımda etkisini hiçbir zaman kaybetmeyeceğimi anladığım bir an vardı. Annemin beyaz saçları… Annem henüz 17’sinde evlenmiş, 18’inde ağabeyimi, 19’unda beni, 21’inde de kız kardeşimi dünyaya getirmişti. Şimdilerde “Evleneceğim” dese karşı çıkacağımız bir yaşta onun 3 çocuğu vardı. Bu yüzden birlikte büyüdük, birçok şeyi birlikte keşfettik. Yeri geldiğinde annem yeri geldiğinde de en yakın arkadaşım oldu. Ama bir an geldi… Bir öğleden sonra, oturuyorduk ve annemin saçlarının arasında beliren beyazlıkları fark ettim. İlk o gün korktum ben.
Akrabanın, arkadaşının hatta kendinin bile yaşının ilerlemesine alışırsın da anneninkine alışmak zordur. O senin kahramanın, en ufak zorlukta sığınağındır. Güvenli limanın, her duyguyu rahatça yaşadığın özgürlük alanındır. Onu hep en güçlü haliyle düşünürsün. Ki ne olursa olsun içlerindeki o gücü de hiçbir zaman kaybetmezler.
Bugün Anneler Günü. Bugüne kadar sevgisini çok da gösteremeyenler varsa, bir gün “Keşke” dememek ve artık o duvarı yıkmak için güzel bir fırsat var önlerinde. Yan yanaysa kocaman sarılmalı annesine, kokusunu içine çekmeli. Uzak olanlar en azından sesini duymalı, hissettiklerini anlatmalı. Annesi vefat edenlerin ise başı sağ olsun.
Bana gelince, o beyaz saçlar çok şey değiştirdi. Belki de sudan sebeplerle annemle inatlaşmayı, ergenlik triplerimi o saçlar bitirdi. Onu daha fazla anlamaya, dinlemeye başladım. Bana ilham olan yönlerine odaklandım. Sinema sektörü de bu konudan oldukça besleniyor. İlham veren kadınları, anneleri konu alan yapım sayısı oldukça fazla. Bugün de birkaç tanesini sıralayacağım, bugün annenizle sinema keyfi yapmak isterseniz rahatlıkla izleyebilirsiniz…
Frida
Bir kadın en fazla ne kadar acı çekebilir? Ve acılar içinde nasıl bu kadar renkli olabilmeyi başarabilir? Çocukken geçirdiği trafik kazası, yıllarca yatağa bağlı kalışı, bu sırada resim sanatına tutkusu, yaşadığı büyük aşkı, siyasi ve düşünsel duruşu… Tarihteki en güçlü, ilham veren kadınlar listesinde en üst sıralarda yer alıyor. Frida’yı, 2002 yapımı ‘Frida’ filminde Salma Hayek canlandırıyor.
‘Renkli Balık Yeni Dünyalar Kâşifi’; Galata Kulesi, Mardin’in tarihi sokakları ve Kapadokya’dan büyüleyici görüntülerle küçüklere olduğu kadar büyüklere de hitap ediyor. Akvaryumda yaşayan bir balığın dış dünyayı merak etmesini anlatan yapım, capcanlı bir aile işi
Merak tükenmez
Deniz ve ailesinin evindeki akvaryumda yaşayan Renkli Balık, akvaryumdaki dünyadan sıkılıyor. Yeni yerler görmek, keşfetmek istiyor. Bayağı meraklı… Arkadaşlarının oynadığı oyunlar onu pek de tatmin etmiyor. Rüyalarında bile yolculuğa çıktığını, yeni yerlerde gezdiğini görüyor. Annesi, çocuğunun bu hallerine dayanamayıp suyun üzerinden sıçratarak “Bak gördün mü suyun dışına çıkarsak havasız kalır, yaşayamayız” uyarısında bulunuyor. Ne var ki bu durum da Renkli Balık’ın dış dünyaya olan merakını bitirmiyor.Diğer yanda akvaryumun içinde mor gözlü ahtapotun hâkimiyeti var. Bütün balıklar onun kurallarını uyguluyor. Hatta havadan düşen yemler toplanarak ona veriliyor. O da en iyileri kendine seçip geri kalanları diğer balıklara dağıtıyor. Bu durum da Renkli Balık’ın pek mantığına sığmıyor. Eğer yemler havadan geliyorsa neden mor gözlü ahtapota veriliyor ki? 1 saatlik filmde Renkli Balık’ın merakının ardından biz de sürükleniyoruz. Hem gülüyoruz hem de aralardaki şarkılarla tekrar çocukluğumuza dönüyoruz.
Yapımını Fikrigün Film ve Bros Film’in üstlendiği filmin senaristi ve yönetmeni Burhan Gün, yapımcılar Burhan Gün’ün yanı sıra Oğuz Öztürk ve Celal Öztürk. Genel koordinatör ise Dilek Taşdemir. Filmde emeği olan herkesi tebrik etmek istiyorum. Böylesine zorlu bir işi tam da Hollywood kalitesinde sunabildikleri için. Filmin açılış sahnesinden itibaren Hollywood’un milyon dolarlık yapımlarından birini izliyormuşum gibi hissettim. Görüntü kalitesi çok iyi. Oldukça canlı, renkli ve göz yoran cinsten değil. 3 yaşından itibaren herkesin izleyebileceği bir konuya ve standartlara sahip.
Akvaryumda Mardin sokakları
Filmin temeli aslında tiyatro oyununa dayanıyor. Gün, ‘Renkli Balık’ adlı kukla tiyatro oyunu için Bros Yapım’ın kapısını çalıp kuklaları oynatabileceği bir arka plan istiyor. Fakat konu çok beğenilince ‘Hadi bunu animasyon film yapalım’ fikri doğuyor. Kültür Bakanlığı’ndan destek alıyor.
Filmde beni en çok etkileyenlerden biri Mardin sokakları, Galata Kulesi, Kapadokya ve Pamukkale gibi Türkiye’nin önemli yerlerinin birebir yer almasıydı. Balıklar, Mardin sokaklarında geziyor, evlerinde yaşıyor. Pamukkale travertenlerinde konser veriyorlar. Filmdeki tüm dünyalar bize ait. Görsellikteki en güzel taraflardan biri de sudaki yansımalar. Suyun altı hissini yaşatıyor.
Animasyon sektörünün Türkiye’de gelişmemesinin en büyük nedeni aslında bu tür yapımların sadece ‘çocuklar için’ olduğu düşünülmesi. Ancak iddia ediyorum bu film hem konusu hem de görselliğiyle büyükleri de oldukça memnun edecek.
Merak tükenmez
Deniz ve ailesinin evindeki akvaryumda yaşayan Renkli Balık, akvaryumdaki dünyadan sıkılıyor. Yeni yerler görmek, keşfetmek istiyor. Bayağı meraklı… Arkadaşlarının oynadığı oyunlar onu pek de tatmin etmiyor. Rüyalarında bile yolculuğa çıktığını, yeni yerlerde gezdiğini görüyor. Annesi, çocuğunun bu hallerine dayanamayıp suyun üzerinden sıçratarak “Bak gördün mü suyun dışına çıkarsak havasız kalır, yaşayamayız” uyarısında bulunuyor. Ne var ki bu durum da Renkli Balık’ın dış dünyaya olan merakını bitirmiyor.Diğer yanda akvaryumun içinde mor gözlü ahtapotun hâkimiyeti var. Bütün balıklar onun kurallarını uyguluyor. Hatta havadan düşen yemler toplanarak ona veriliyor. O da en iyileri kendine seçip geri kalanları diğer balıklara dağıtıyor. Bu durum da Renkli Balık’ın pek mantığına sığmıyor. Eğer yemler havadan geliyorsa neden mor gözlü ahtapota veriliyor ki? 1 saatlik filmde Renkli Balık’ın merakının ardından biz de sürükleniyoruz. Hem gülüyoruz hem de aralardaki şarkılarla tekrar çocukluğumuza dönüyoruz.
Yapımını Fikrigün Film ve Bros Film’in üstlendiği filmin senaristi ve yönetmeni Burhan Gün, yapımcılar Burhan Gün’ün yanı sıra Oğuz Öztürk ve Celal Öztürk. Genel koordinatör ise Dilek Taşdemir. Filmde emeği olan herkesi tebrik etmek istiyorum. Böylesine zorlu bir işi tam da Hollywood kalitesinde sunabildikleri için. Filmin açılış sahnesinden itibaren Hollywood’un milyon dolarlık yapımlarından birini izliyormuşum gibi hissettim. Görüntü kalitesi çok iyi. Oldukça canlı, renkli ve göz yoran cinsten değil. 3 yaşından itibaren herkesin izleyebileceği bir konuya ve standartlara sahip.
Reklamdan sinema filmlerine, sağlıktan mimariye kadar animasyon artık her alanda. Bu saatten sonra animasyon ya da görsel efekt barındırmayan bir yapımın olması biraz zor görünüyor. Ancak, “Türkiye’de animasyonun sadece çocuklara özel olduğu algısı var” ne yazık ki... Bir an önce meslek olarak da kabul ederek ülke olarak bu alanda söz sahibi olmak için yaratıcı senaryo üretilmesi şart
Çocuklar yalansızdır. Düşündüklerini direk söyler, duygularını gösterir. Arkadaşlarını korur. Dil, din, ırk ayrımı bilmezler. Onların cesareti, birbirlerine destekleri büyüklere, haliyle sinemaya da ilham verir. Bir 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na doğru daha ilham veren çocuk filmlerden bazılarını hatırlayalım...
Yerdeki Yıldızlar (2007)
Bir Aamir Khan klasiği olan film, okulda ‘başarısız’ olan öğrencilerin aslında neden başarısız olduklarını, hatta olmaya zorlandıklarını anlatıyor. Filmde öğrenme güçlüğü çeken Ishaan’ın yaşadıkları etkileyici bir biçimde ele alınıyor. 3. sınıfta olmasına rağmen okuma yazmayı öğrenemeyen Ishaan, içine kapanıyor. Ta ki resim öğretmeni Ram ile tanışana kadar. Ishaan’ın gizli yeteneğini de keşfeden öğretmeni, ‘Nasıl öğretmen olunur?’un dersini veriyor.
Dangal (2016)
Hint milli güreşçi Geeta Phogat ve Babita Kumari’nin gerçek yaşam öykülerinin anlatıldığı filmde şu sözler tablo yapılıp duvara asılmalık: “Yarın madalyayı kazanırsan yalnızca sen değil, milyonlarca kız da kazanacak. Erkeklerden aşağı görülen bütün kızların zaferi olacak. Ev işi yapmaya zorlananların, çocuk doğurması için evlendirilenlerin… Yarın kızları aşağı gören bütün insanlarla mücadele edeceksin.”
Mucize (2017)
Romandan beyazperdeye uyarlanan yapım, Treacher Collins Sendromu’na (TCS) sahip 10 yaşındaki Auggie Pullman’ın yaşadıklarını anlatıyor. Hastalığı nedeniyle yüzü yaralı gibi görünen Auggie, okula gittiğinde hiç de hoş karşılanmıyor. Dışlanıyor, alay ediliyor. Auggie ise bu sırada kendine hayallerinden bir dünya kuruyor. Hor görülmediği, dışlanmadığı…
İnsan ceketini alıp gitmek ister bazen... Ancak gitmekle kalmak arasında, söylemekle sessiz kalmak arasında kalır. Mu Tunç’un yazıp yönettiği ‘Arada’, tam da hayatında böyle arada kalanların hikayesi. İçinde bolca İstanbul’un renkleri ve müzik de var
Hani yaşadığınız şehir, hatta ülke dar gelir de gitmek istersiniz. Dilinizde yeni bir yer ismi vardır fakat oranın da size sunacakları meçhuldur. Ama önemi yok... Tek önemli olan gitmektir işte. İçinde bulunulan durumdan bir an önce kurtulmak için ardına bile bakmadan olduğun yerden hızlıca uzaklaşmak... Herkesin böyle dönemleri vardır.
Gitme cesaretini gösterenler, imkânlarını yaratıp bir şekilde gidiyor. Ancak geride bıraktıklarını düşündükleri pek geride kalmıyor. Kalanlar ise gidememenin verdiği rahatsızlığı içinde hep hissediyor. Arada kalmanın en sıkıntılı hali işte tam da böyle zamanlarda ortaya çıkıyor.
Mu Tunç’un yazıp yönettiği ilk filmi ‘Arada’, böyle bir konuyu işliyor. Amerika hayali kuran Ozan (Burak Deniz), İstanbul Merter’de yaşayan genç bir punk. Babası Türk Sanat Müziği sanatçısıyken yaşanan darbe sonrası müzik kariyerini bırakmak zorunda kalmış. Babasının müzikten vazgeçmesi Ozan’ın en büyük isyanı. Babasıyla arasındaki tartışma her geçen gün dayanılmaz bir hale dönüşüyor. Tam bu sırada doğum günü hediyesi olarak gelen Kaliforniya’ya bir gemi bileti tüm hayallerine açılan kapı olarak önünde beliriyor. Eğer o gemiye binerse Kaliforniya’ya gidip nefesini kesen İstanbul’un sıkıcılığından kurtulabilir ve istediği müzikte albüm yapabilir. Ancak önce o bilete ulaşmalıdır. Kız arkadaşı Lara’yı da (Büşra Develi) yanına alan Ozan, izleyiciyi bir İstanbul gezisine çıkarıyor. Fakat öyle Sultanahmet, Eminönü turistik bir gezi değil bu, bildiğiniz İstanbul’un yeraltı ve kültür çeşitliliğini gösteren çok renkli, inanılmaz müziklerin eşlik ettiği bir seyahat. Boğaz kenarındaki yalıdan hurdalıktaki çılgın partilere, nargile kafelere kadar uzanıyor. Barış Manço’dan Zeki Müren’e, David Bowie’ye kadar uzanan müzik sohbetiyle beraber...
Kitapların önsözüne alışığız ama bu filmin galasında ilk defa bir filmin önsözüne şahit oldum. Mu Tunç, filmin kendi hayatından izler taşıdığını, bu film ile babasına olan sevgisini göstermek istediğini söylediği kısa bir video yayınladı. Açıkçası tüm filmi bu cümleler kafamda dolaşırken izledim. Neyi ne için söylediğini, yazdığını çok iyi anladığımı düşünüyorum. Babasının yaptığı müziğe saygısını da derinden hissettim.
Son yıllarda yıldızları parlayan Deniz ve Develi, birçok dizide izlediğim, beğendiğim oyuncular olmasına rağmen burada beklediğim performanslarını göremediğimi söyleyebilirim. Ayrıca doğal görüntü sağlayan ve bazı yönetmenlerin tercihi olan hareketli kamera tekniği de yer yer fazla olmuştu. Özellikle bir sohbet sahnesini izlerken hafiften yorulduğumu da gizleyemem.
Müzik etkisi
Genel çerçeveye baktığımızda genç yönetmen ve yazar Mu Tunç’un, oyuncu Deniz’in ilk sinema filmi olması ve bu kadar farklı bir konuyu ele alması takdir edilesi... Son zamanlarda benzer hikâyelerden sıkılanlar tarafındaysanız mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Finalinde çalan Türk Sanat müziği ‘Unutma O Sabahı’na da dikkat. Neredeyse etkisinden salondan çıkamıyordum.