İnsanların gönüllerini temizliyoruz

15 Haziran 2018

Bu bayram Timur Selçuk ve balerin kızı Mercan Selçuk’u ziyaret ettim. Sanatçı baba kızla müzisyen ailede büyümek, sanatsal ve manevi değerleri üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Üretimini aşka dönüştüren şanslı bir ailesiniz. Aşkla başlayalım mı?
Timur Selçuk: Aşk benim için üretmek, paylaşmak ve zulme sessiz kalmamak. Kendi yeteneğin doğrultusunda, zaman ötesinin sana armağan ettiği özellikleri değerlendirirsen üretmeye başlarsın.
Mercan Selçuk: Benim için üretmek zaten şükretmek, zaten bu büyük bir aşk. Allah’ın bana verdiği yetenek dans. Tek bir kişi ya da bir iş olarak görmedim hiç aşkı. Yeteneğimizi gönlümüze yayabiliyorsak bu muazzam bir aşk bana göre.
Babanız Münir Nurettin Selçuk’la nasıl bir baba-oğul ilişkiniz vardı?
Çocukluktan itibaren özel bir babanın çocuğu olduğunuzu bir yere gittiğinizde babanıza gösterilen ilgiden ötürü anlıyorsunuz. Babamın müziğinin derinliklerini zamanla anlamaya başladım. Yurt dışında Paris’te çok sesli Batı müziği okudum. Babam bana “Bir zaman gelecek bana Türk Musikisi’ni öğret diyeceksin” demişti. Babam da Paris operasından teklif aldı ama kabul etmedi. İkimiz de bu topraklarda üretmek istedik. Onun müziğini öğrenmem çok farklı bir boyut kattı baba oğul ilişkisine.
Müziğinizle babanızdan kendinizi ayrıştırma çabanız oldu mu?
Hiç olmadı. Dürüst insanlar emeğe sahip çıkar. Türk Musikisi dinleyenlerin gönül telini titreten bir müzik. Gönül teli titrediğinde düşünmeye başlıyor insan. Hayırdan yana şerden yana ne ders çıkarabilirim diye düşünüyor.
Babamla hiç rekabete girmedim
Çok büyük bir sanatçının çocuğu olmak bir hediye ama zorlukları yok muydu hiç? Sadece Türk müziği yapsaydım daha fazla zorlanır mıydım bilemiyorum. Ama beni en baştan çok sesli müziğe yönlendirdiler. Hiçbir zaman onunla rekabete girmedim. Bu da benim yürek temizliğim, yaradanın gönlüme koyduğu küçük güzellikler. Mercan: Çok genç yaşta babam, opera, bale müziği, oda orkestrası, teatral müzik, her türlü müziği çalıştı. Ama babam sadece müzik değil, konuşmaları da çok sevilen bir insan. Ben çok şanslı hissediyorum böyle bir aileden geldiğim için. Münir Nurettin Selçuk’u babamdan tanıyorum. Her şey babamda toplanıyor. O kadar muhteşem bir örnek ki hayata 1-0 önde başlamama sebep oldu ailem. Aileler çocuklarını derse getirdiklerinde ailemi öğrendiklerinde ‘tamam, diyorlar, doğru yere getirdik çocuğumuzu.’ Bu benim için çok değerli. Babanız Münir Selçuk size olan sevgisini gösterir miydi? Ne yalan söyleyeyim bizim gibi değil. Ama bir bakışından, dokunuşundan ben yakalardım. Beni atlı karıncaya götürmesine gerek yoktu. Ben anlardım onun sevgisini. Bir konserde ‘Şu parçaya Timur eşlik et’ dediğinde bin tane bayrama bedeldi benim için. Çünkü ölse inanmadığı insanı sahneye çıkarmazdı babam. Sizin kızınızla aranızda büyük bir aşk var ama... Mercan: Bizde atlı karınca da var, sahne de var (gülüyor) Timur Selçuk: Tabii devir değişti. Ben seven biriyim. Dokunmayı severim. Gözümle dokunurum. Ses tonum okşar insanları. Öfkem sarsar. Nasılsam öyleyim. Ölçülülük içinde. Ama sohbetimi, gülümsememi bir insandan neden esirgeyeyim. Mercan: Bizim çok şahane bir baba kız ilişkimiz var. Babama hayranım. Hatta ona ‘Senden sonra kimseyi beğenemiyorum’ diyorum. Birlikte sahnede olmak güzel Aynı sahneyi paylaşmak da ayrı bir mutluluk olmalı.. Mercan: En son geçen sene Robert Kolej konserinde sahneyi paylaştık. Hazal da katıldı. Benim için unutulmaz anılar. Beyaz Güvercin parçasında bembeyaz giyinip piyanonun başında yaşadığımız paylaşım hiç bir şeyle kıyaslanamayacak bir mutluluk. İnsanlara da büyük bir ilham veriyorsunuz. Timur Selçuk: İnsanların gönüllerini temizliyoruz. Baba kız sahnede. Hayırdan yana bir şey yapıyorlar. ‘Dostların arasındayız, güneşin sofrasındayız’ı söylüyoruz. Hatıra albümü yapacağım Müzikal anlamda yeni çalışmalarınız var mı? Timur Selçuk: Zamanında bestelediğim Orhan Veliler, Nazım Hikmetler’i sesim çıkarken, hatıra olarak bir albümde toparlayayım diyorum. İnternete de koyabilirim. Onun dışında Devlet Tiyatrosu ile Yahya Kemal üstüne bir çalışmamız olacak. Mercan: Ben geçen yaz bir dans topluluğu kurdum. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı öğrencilerinden. 4- 5 kişi olalım dedik, sonra büyüdü. İki temsil yaptık.

Devamını Oku

Sinema şöleni başlıyor

16 Mart 2018

İstanbul Film Festivali, 6-17 Nisan tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.

İstanbul Film Festivali şehrimizin kültürel baharına düşen ilk cemre gibidir. Bu yıl da festivalin dünyanın dört bir yanından getirdiği filmler ve hikayeleri ruhumuzda açan bahar dalları gibi bizi tazeleyecek, ötekilerin hislerini paylaşmamızı sağlayıp, aramızdaki duvarları aşındıracak. 37 yıldır Türkiye kültür sanat ortamının katalizörü olan festival bu yıl da son derece heyecan verici bir programla sahneye çıkmaya hazırlanıyor. Naçizane ve şahsi tercihlerime bir göz atalım..

Köpek: İnsan sahip olduğu herşeyi kaybedince, lanetlendiğine inanıp, artık insan olmaya layık olmadığına inanabilir mi? Rahatsız edici olsa da, insanın köpek olmaya karar vermesini anlatan, umutsuzluğu karamsar bir isyana dönüştüren grotesk bir film.

Katil Marlina: Prömiyerini Cannes film festivalinde yapan film, Endonezya’lı bir Kill Bill hikayesi. Nefis sinematografisi, atıyla yolların tozlarını attıran Marlina’nın westernvari halleri ve gerçekçi oyunculuğuyla feminist bir katharsisi garantiliyor.

Ev: Asghar Farhadi’nin sinematik dilini çağrıştıran gerçekçi, takip planlarıyla, temposu yüksek, oyunculuğun ön planda olduğu sürükleyici bir kadın hikayesi.

Dokunma Bana: Berlin film festivalinden Altın Ayı’yla dönen film beden ve cinselliğe bakışımızı sorgulayan, terapi seansları belgeseli çağrıştıran cesur bir yapım.

Türk filmleri görücüde
Her zaman ilk merak ettiğimiz bölüm olan Türkiye Sineması bölümünde ise görücüye çıkacak taptaze yapımlar var.
Murat Düzgünoğlu’nun Halef’i, Türkiye sinemasında az işlenen bir konuyu; ezoterizmle materyalizmin çarpışmasını işlerken, Sundance festivalinden büyük ödülle dönen Tolga Karaçelik’in Kelebekler’i ise anlatımı ve kendine özgü mizahıyla izleyicilerin merakla beklediği filmler. Tayfun Pirselimoğlu’nun karamizahının yine parlayacağını hissettiren Yol Kenarı, Vuslat Saraçoğlu’nun Borç’u, ve prömiyerini Berlin film festivalinde yapan Banu Sıvacı’nın Güvercin’i ise kadın yönetmenlerin farkını hissettirecek.
Hala izlemediyseniz Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı ve Ümit Ünal’ın Sofra Sırları da bu seçkide.

Devamını Oku

Kadın filmleri her yerde!

2 Mart 2018

16. Filmmor Kadın Filmleri Festivali kadın yönetmenlerin bakışından beyazperdeye taşınan 48 filmi izleyiciyle ücretsiz buluşturuyor.

Dünya algımızı şekillendiren kültür üretiminin başında gelen sinemada kadın yönetmenlerin oranı dünyanın genelinde yüzde on bile değil. Ülkemizde ise bu rakamlara bile ulaşamıyoruz. Geçen yıl vizyona giren yüzün üstünde filmden sadece 7’si kadın yönetmenler tarafından yapılmış. Film yapmanın zorluğu bir yana, kadın yönetmen olarak sektörde var olmayı başarabilmek dikenli bir yolda yürümeyi göze almayı gerektiriyor. İşte o dikenli yollardan geçip, bu erkek egemen dünyada kendi bakış açılarından anlattıkları hikayeleri beyaz perdeye taşıyan kadın yönetmenlerin filmleri bu ay 16. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilecek. 10 Mart’ta başlayan Filmmor, 16 yıldır kadınların medya ve sinemaya katılımını teşvik eden, kadın filmlerini sadece İstanbul değil, Anadolu’da da pek çok kente taşıyıp, izleyicinin ücretsiz olarak izlemesine izin veren bir festival.

Birbirinden farklı coğrafyaların, duyarlılıkların beyazperdeye taşındığı 48 yapım arasından dikkatimi çeken bazı filmlere bakalım.

Mekanlar ve Yüzler: Fransız yeni dalga sinemasının öncülerinden Agnes Varda ve sokak sanatçısı ve fotoğrafçı JR hayalgücünün sınırsızlığını birlikte çıktıkları tuhaf ve eğlenceli yol hikayesinde bir kez daha hatırlatıyorlar. Filmin çekimleri sırasında 88 yaşında olan Varda ve 33 yaşındaki JR, Fransız kırsalında seyahat ederken gördüklerini çocuksu bir merakla fotoğraflara taşıyan absürt bir ikili. Kasaba kasaba gezip karşılaştıkları insanların dev fotoğraflarını karavanlarındaki sistemden anında basıp, insanların evlerinin ve sokaklarının duvarlarına asıyorlar. Mekanlar ve Yüzler çarpıcı görsel diliyle fotoğrafa bakışımızı değiştirecek yeni bir ütopya yaratıyor.
Beauty and the Dogs: Tecavüz mağduru bir kadının tecavüze sessiz kalmakla, baskıcı bir toplumda aşağılanma pahasına ortaya çıkmak arasında yaşadığı bocalamayı anlatıyor. Kaouther Ben Hania bu duygusal iniş çıkışları yüksek filmde ataerkil bir toplumda kadınların kendilerine yaratmaya çalıştıkları özgürlük alanlarını cesurca araştırıyor.
Ascent: Enstelasyonla deneysel belgesel karışımı bir film. Fiona Tan’ın Japonyanın Fuji dağıyla ilgili görsel tefekkürlerinden oluşuyor. Bu görkemli ve gizemli dağla ilgili binlerce çarpıcı fotoğrafı bir araya getiren yönetmen, klasik Japon hikayelerinden King Kong’a kadar referanslarla Fuji’yi modern bir efsaneye çevirmiş. Hipnotize edici bir tecrübe olan Ascent, bize volkanik dağın her an yeniden harekete geçebileceği hissini geçiriyor.
The Day My Father Became a Bush: 10 yaşındaki Toda babasıyla beraber kasabanın en iyi pastanesinde yaşamaktadır. Toda pastalarla çevrili dünyasında mutlu, trompet çalabilen, zeki ve yetenekli bir çocuktur. Bir gün babası ülkeyi savunmak için askere çağrıldığında herşey değişir. Toda annesinin yaşadığı komşu ülkeye gitmek için macera dolu bir yolculuğa çıkmak zorunda kalır. Yol boyunca karşısına birbirinden tuhaf insanlar çıkar ve başına türlü maceralar gelir. Zeki ve güçlü bir çocuk olanToda annesine kavuşabilecek midir?
Bunlar dışında Zama, 16 Hafta, Arin, Salla Kalçaları Lulu, Dil Oyunları, Yedi Perde, Annelik, Denizaltı, Silvana, Geek Girl gibi filmler festivalin dikkat çeken filmleri arasında yer alıyor.

Devamını Oku

!f'in en iyileri

9 Şubat 2018

17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, 15 Şubat’ta başlıyor. Toplamda 111 filmin gösterileceği bu seneki festivalin yoğun programında yolunuzu kaybetmemeniz için 10 filmlik bir rehber hazırladık.

Phantom Thread
Son performansı olduğunu söyleyen Daniel Day Lewis 1950’lı yılların moda tasarımcısı Reynolds Woodcock’u canlandırıyor. Diğer Anderson filmleri gibi tuhaf ve hipnotize edici bir aşk hikayesi izlemeye başlıyoruz. Bol Hitchcock referanslı film görkemli dünyası ve oyunculuklarıyla Oscar’ın favorilerinden.
Brad’ın Durumu: Karmaşık Hepimizin en hassas noktası olan yetersizlik duygusuna dokunan bir karakomedi. Oğlunu iyi bir müzik okuluna sokmaya çalışan bir babayı oynayan ve eziklik duygularımızı yansıtmada üstüne tanımadığım Ben Stiller için yazılmış bir rol adeta. Lady Bird Eleştirmenler büyüme hikayelerine dair son yıllarda yapılmış en iyi film olduğunu söylüyor. Greta Gerwig’in anayurdu olan Sacramento’da geçen film arızalı aile portresi ile küçük kasaba sıkıntısı hisseden herkesin özdeşleşebileceği bir portre çiziyor. Oscar’ın iddialılarından. Nisan’ın Kızları Meksikalı yönetmen Michel Franco’dan ana-kız ilişkisine dair acıtıcı ve samimi bir karakomedi. Şaşırtıcı dönüşümleriyle manipulatif annelerin kızlarının da er ya da geç manipülatifliğe itildiğini gösteriyor. Jane Doğal hayat aktivisti Jane Goodall’ın gerçek hayatının arşiv görüntülerinden oluşan Brett Morgen’ın filmi tüm hayvan ve doğaseverleri sinemaya koşturacak kadar duygusal bir tecrübe. En Güzel Ada New York cangılında hayata tutunmaya çalışan İspanyol göçmen Luciana tekinsiz bir daveti sırf biraz para kazanmak için kabul edince kendini Polanskivari bir psikolojik gerilimin içinde bulur. The Florida Project Çocukluğun masumiyetine adanmış büyülü ve hüzünlü bir film. Eleştirmenlere göre yılın en iyilerinden. Disneylandvari bir lunaparkın yanındaki motelde yaşayan bir grup çocuğun gözünden dünyayı yeniden keşfediyoruz. Karanlık Nehir Atmosferik bir anlatımı olan, sinematografinin ön planda olduğu doğaya dönüş filmlerini sevenler kaçırmasın. Babasının ölümüyle aile çiftliğinin başına geçen Alice dolapta unutulmuş iskeletlerle de yüzleşir... Ava İran sinemasında kadınlık hallerinin daha doğrudan konuşulmaya başlanması yeni bir özgürlük rüzgarının habercisi. Bekaret kontrolü üstünden kadın bedeninin denetlenmesi temasının ön planda olmasıyla İran’ın Mustang’ı çağrışımı yapan büyüme hikayesi. Halepli Berber Ayşe Toprak’ın yönettiği Halepli Berber gittiği pek çok festivalden ödülle döndü. İstanbul’da yaşayan iki Suriyeli mültecinin, Mahmut ve Hüseyin’in tüm yıkım ve acıya rağmen, hayat neşelerini korumalarının hikayesi.

Devamını Oku

Derviş Zaim: İnsanın ütopyalarını kaybetmesi en kötü şey

30 Eylül 2016

Rüya filmi nasıl ortaya çıktı?

Emre Arolat mimarlık ofisinden iki sene önce aradılar. Sancaklar Camii bitmek üzere, onun Londra’da bir sergi için filme aktarılması konusunda yardımcı olabilir misiniz dediler. Mekan beni iştahlandırdı. İki ay içinde sete girmeye karar verdim. Mimar Sinan geleneğinin devamı anlamında tipik bir örnek olmadığı aşikardı. Ayrıksı bir şeydi. Yahya Kemal’in çok beğendiğim bir kavramı vardır: İmtidat. Değişerek devam etmektir ya da devam ederek değişmektir. Bireysel olarak, hatta toplumsal olarak bizim toplumumuzun dramı değişerek devam etmek ya da devam ederek değişmek konusundan kaynaklanıyor. Kendimizi devam ettireceğiz ama değişeceğiz, nasıl olacak bu. Ben gelenekle ilgili konuşurken bu ayrıksılığı da taşımak istedim. Daha ne isterdim.

Geleneği sinemaya tercümeye eden nadir yönetmenlerdensin. Bu merağın kaynağı nedir?

Sinemaya ilişkin işler yaptığımızda önümüze çıkan düşünme biçimleri çoğunlukla dışardan geliyor. ‘Mümkün olduğu kadar malzemeyi bu topraklardan nasıl kurabilirim’ sorusu benim için önemli.

Türk sinemasının yeterince özgün bir dil yaratabildiğine inanıyor musun?

Moskova Film Festivali’nde Türk filmleri toplu gösteriminde bir Rus şunu söylemişti. ‘Sizin filmlerinizde gördüğüm Türkiye ile benim gördüğüm Türkiye’nin hiçbir ilgisi yok. Türk filmlerini sanki Ruslar çekiyor’ gibi bir şey ima etti.

Devamını Oku

Sado-mazoşizmin elli tonu

13 Şubat 2015

Tüm dünyada çok satan ve bir fenomen haline gelen ünlü kitabın merakla beklenen film uyarlaması olan "Grinin Elli Tonu" vizyona girdi. Anastasia ve Christian’ın şehvet ve gerilim dolu ilişkileri çok konuşulacak.

Nerede o eski Sevgililer Günleri? Artık Sevgililer Günü’nün filmi kalp çikolatalar ve çiçeklerle değil, absürd biçimde kelepçeler ve kırbaçlarla dolu.

Grinin Elli Tonu bâkire bir genç kızın multimilyarder prensini bulup, hayatının aşkına yelken açtığı peri masalı gibi başlasa da, adamın sado-mazoşist çıkmasıyla romantizme absürd bir ironi katan bir hikaye. Film yayınlanmadan haftalar önce yarattığı tartışmalarla, yok satan aynı isimdeki cinsel oyuncaklar ve kelepçe satışlarında yarattığı artışlarla muazzam bir PR başarısına şimdiden imza attı.

Son yılların en çok satan rakipsiz kitaplarından 'Grinin Elli Tonu'nun uyarlanması, feminist çevreler tarafından kadına şiddete yol açtığı gerekçesiyle topa tutuldu. Kitabın onu siyaseten doğrucu bulmayan, burun kıvıranlar tarafından bile su gibi okunması ise manidar bir durum.

Fazlasını isteyen porno izlesin!

Özetle Anastasia Steele mezun olmak üzere olan edebiyat öğrencisi bir afet. Ev arkadaşını kıramayarak onun yerine 'Dünyanın en gözde bekarı' Christiane Grey'le röportaj yapmaya gider. Jilet gibi bir gökdelen ve aynı renkte kıyafetler içinde tehditkâr bakışlar savuran Christiane'ın onu görür görmez bir sonraki seks kölesi yapmayı kafasına koyduğundan ise habersizdir. Anastasia'yı özel uçağıyla havalandırıp, hediyelere boğan bu küstah ve soğuk bey kısa süre içinde kıza karanlık tarafının birkaç tonunu göstermekte gecikmez. Onu tamamen domine edeceği ilişkilerinin koşullarını belirlemek içinse gizlilik anlaşması imzalatmak ister. Anastasia da cinsel pozisyonlara kadar detaylı bir şekilde yazılmış anlaşmanın içinde asla kabul edemeyeceği bölümlerin pazarlığını yapar. (Vajina kıskaçlarını reddeder mesela, hayret!)

Filmin en büyük başarısı Anastasia'yı canlandıran Dakota Johnson'un onu yönetmek isteyen Christiane'la 'Karanlığın Elli Tonu'na doğru girdiği yolculukta, şeytanın karşısında bir melek kadar masum olmasına rağmen içsel gücünü koruma mücadelesinde.

Devamını Oku