Bu hafta biraz kendi içimize dönelim istiyorum. Öyle ya! Aşk da bizde, farkındalık da hayata iç gözüyle bakma becerisi de… O zaman önce kendimize bakalım.
Ölümü anlatmak zordur ama imkansız değildir
Ölümü anlatmak zordur, ama imkânsız değildir. Bunu başaran bir kitap Hoşçakal. Ömrümüzün gelip geçici oluşu, kabul etmemiz, katlanmamız gereken zorlukların başında geliyor.
Erol Göka, uzmanlık alanının dışına taşmayı o kadar ustaca başarıyor ki, Hoşçakal’ı okurken bir felsefecinin, manevi bir rehberin, kültürel bir antropoloğun, bir edebiyatçının ve bir psikiyatrın sırayla söz aldıklarını düşünüyor insan. Ölüm herkesin başında, demiş şair… Ölümü sorgulamak hep en büyük meşguliyet-lerinden biri olmuş insanın… ‘Verdiği acı geride kalanları bu kadar sarsarken acaba giden ne düşünür’ sorusunu sormadan edememiş kendine.
Bu kitapta Erol Göka, Hoşçakal diyerek ölümü anlatmış. İnsan zamansız öğrenmesin bu gerçeği ama madem var, o zaman bunu yazmayı bilenden okuyabilir.
Biz fark ettiğimiz zaman… Neyi mi? Hayatın aslında bir tane olduğunu… Ne hoş bir tezat değil mi? Doğru bir bakış açısı üstelik. Madem tek, o zaman kendimize yaptığımız yanlışlar karşısında şans tanımalı, hayattan vazgeçmemeliyiz.
Raphaelle Giordiano’nun romanı, İkinci Hayatın Tek Bir Hayatın Olduğunu Anladığında Başlar’da bu yazdıklarım bir kitap olmuş, akmış… Camille’in hayata bakış açısını değiştirmeye karar vermesi, yaşadığı trafik kazası, onun hayatını nasıl şekillendiriyor ve sonunda neler oluyor, bunu görüyorsunuz. Farkındalık denen o mucizevi bakış, insanı nereden nereye getiriyor, onu görüyorsunuz. Çok hoş gerçekten…
Dualar ve aminler kitabı...
“Dua; koşarken durmak, dururken düşünmek, düşünürken geçmişe ve geleceğe kulluğun kararınca sahip çıkmaktır.”
Yalnız bir adam...
Enver Paşa’yı hepiniz bilirsiniz. Seven de vardır onu aranızda, sevmeyen de… Anlamış da olabilirsiniz yapmak istediklerini, sonuna kadar karşı çıkmış da… Ama bu kitapta aşık ve duygusal bir askerden söz ediliyor Enver Paşa denince… Onun hemen hemen hiç bilmediğimiz bir yönüyle, bir romanda buluşturuyor Tuna Serim bizi…Yalnız Bir Adam, çok hoş bir aşk romanı olmuş. İçinde tarih de var, biyografik bir tat da…Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın aşkına hem hayret edecek hem de bayılacaksınız.
Hedefleri, yapmak istedikleri tavizsiz ama aşkında yüreği kelebek kanadı gibi titreyen bir adam… Tarihi dönemlere ışık tutan sağlam hayal güçlerine ve iyi araştırmalara dayalı romanlara bayılıyorum. Eminim siz de keyifle okuyacaksınız.
Deneme’nin en iyi kalemi
Çağdaş bir masal…
“Mitra, Tarsus’ta doğmuş ve Kilikya korsanları tarafından tüm Akdeniz’e yayılarak Romalı askerler arasında büyük bir inanan kitlesine sahip olmuştu. Dışarıya kapalı bir gizem diniydi ve bu inancın tohumlarını Tarsus’un ünlü Stoacı filozofları atmıştı. Roma’nın Hıristiyanlığı resmi din ilan ettiği 4. yüzyılda ise yok edilmişti. ‘Mitraeum’ denilen yeraltı tapınakları ve mağaralarda ibadet eden Mitraistler, dinin sırlarını dışarıya açmadıkları için arkalarında hiç yazılı belge bırakmamışlardı.”
Yonca Eldener’i, Göbeklitepe’nin Muhafızı’nda tanıdım. Şimdi Yedi Uynanalar’ı yazmış, hemen aldım. Modern edebiyatın kalemleri her zaman çok güçlü olmuyor bana göre. Ama yazar, genç olmasına rağmen oldukça etkin ve sürükleyici bir üslupla yazıyor. Bu romanı da çok keyifli; küçük, farklı, birbirine bağlı bölümler ve yan yana yürüyen hikayelerle örülmüş… Çok zevk aldım okurken…
Düşler ülkesinde bir yer…
Santa Esperanza’yı bilmiyordum bu kitaba rastlayıncaya kadar. Hatta görünce, bir insan adı zannettim adını, bir yer olduğunu hiç düşünmedim. Ben, bu kadar zevkli, teknik olarak bu kadar başarılı bir kitabı uzun zamandır okumamıştım. Bilmeceli, şahane planlanmış, sürükleyici, düşle gerçeği birleştirici nefis bir roman… “Santa Esperanza Karadeniz’de Gürcistan’a yakın bir yerde, üç adadan oluşan bir ülke. Bu ülkede, ortaçağda yerleşmiş Gürcüler ile ticaretle uğraşan Cenevizliler, daha geç tarihte adaları ele geçirmiş olan Osmanlı torunları Türkler ile 19. yüzyılda, Kırım Savaşından sonra adaların yönetimini ele geçirmiş olan İngilizler yaşıyor.
Bir ütopya üzerine kurulmuş olan Santa Esperanza, çok uzun bir geçmişi olan Gürcü edebiyatının son dönemde yazılmış en ilginç romanlarından biri; belki de başta geleni. Bu adalar ülkesinde sayısız olay gelişiyor, ama olaylar belli bir kronolojik sırayla değil, İnti denilen ve Esperanza’ya özgü 36 karttan oluşan oyun kartı üzerinden anlatılıyor. Bundan dolayı kitabı, alışık olduğunuz düzen içinde okuma zorunluğu yok, herhangi bir bölümünden başlayabilirsiniz.
Hayat kaç kere yaşanır?
Nazlı Eray’ın neredeyse tüm kitaplarını okudum. Onda, başkasında olmayan bir farklılık, kaleminde kimseninkine benzemeyen bir büyü var. Belki de yazdığı roman türünün güzelliği ama bence onun hayal gücünün farklılığı bu. Uyku İstasyonu, böyle bir kitap…Farklı… Gözlerinize yaşlar da doluyor, içiniz kıpır kıpar da oluyor. Olanla olmayanın içinde çizgisinde dolaşıyorsunuz onu okurken. Gerçekten son derece keyifli…Nazlı Eray’ın yüreğinden öpmek lazım…
“Anlatıcı bir yandan bir hastanenin yoğun bakım servisinde bitkisel hayatta olan annesinin uyanmasını çaresizce beklerken bir yandan da insana nereyi görmek isterse orayı gösteren Hamdullah Bey’in sihirli aynasının, Yıldız Tozu Oteli’nin gizemli odalarının, Ömer’in Bahçesi’nin mucizevi mönüsünün eşliğinde bedenin, zamanın, mekânın ve hayatın acı gerçeklerinin kısıtlayamadığı büyülü bir serüvene adım atıyor.
Altı yüz yıllık yolculuk…
Nasreddin Hoca’yı bilmeyeniniz var mı? Zannetmem. İyi kötü herkes bir fıkrasını olsun bilir. Yüzlerce kitapta derlendi fıkraları, yüzlerce yıl insanları o fıkralarla düşündürmeye devam ediyor. Bu kitap da öncelikle şahane bir araştırma… Nefis bir başvuru kaynağı… Ama hepsinden önemlisi içinde gülümseme olan bir kitap… Çok önemli başlıkları var hocayla ilgili. Kim olduğu, nerede doğduğu, ailesi, yakınları, onun hakkında anlatılan efsaneler, büyük Türk eserlerinde ona nasıl yer verildiği, onun hakkında yapılan yanlışlar, dünyada anlatılan Nasreddin Hoca fıkraları ve tabii ki bu topraklardaki fıkraları… Çok kapsamlı bir kütüphane kitabı. Dr. Mustafa Duman’ın Nasreddin Hoca ve 1616 Fıkrası adlı bu müthiş çalışmasına, M. Sabri Koz, çok kapsamlı bir sunuş yazısı yazmış. İster araştırmacı olun, ister iyi bir okuyucu bence mutlaka kitaplığınızda ona bir yer ayırın.
Mardin’de duvardan akan suyun hikayesi vardır
Şahane topraklarımız, nefis bir kültür hazinemiz var. O hazineden beslenen birbirinden değerli kalemler yetişiyor her gün… Çok keyifli romanlar, tadına doyulmayacak sevdalar, akıldan hiç çıkmayacak hikayeler yazıyorlar. Esin Sayar da bu kalemlerden biri…
Önce İzler adlı bir öykü kitabı yayımlamış, ardından Tesadüfleri yazmış. Aşk Gibi Anlıktır İhanet ve sonrasında da Ölmez Aşkın Peşinde adlı romanı çıktı. Bu roman tam size yazdığım türden capcanlı insanların capcanlı, tanıdık, renkli yaşanmışlıklarını anlatıyor… Okudukça romanın içinde yaşar gibi oluyorsunuz.
Mardin Üniversitesi’nin tarih profesörlerinden Latif Bey, torunu Macid’e sarı bir zarftan bahsettiği andan itibaren, genç erkeğin yaşamı birden karışır. İstanbul ve Mardin arasında büyüyen Macid, kendisine çocukken anlatılan, çoğunu unuttuğu aile meseleleri ile tekrar hesaplaşmak zorunda kalmıştır. Karşısına çıkan mitolojik “bronz at heykeli” ise başka bir muammadır...
Sevgi korkuyu yok eder mi?
Bu haftaki kitaplar, biraz daha ruha hitap eder nitelikte… Okuyunca göreceksiniz. Hayale, duyguya, romantizme; kısacası insanın onu insan yapan taraflarına dokunur nitelikte…
Mevsimin başka bahara ihtiyacı yok
Bir kitap düşünün, iki sayfada bir, bir bölüm değişiyor. Bir iç dökme, bir muhasebe, bir nasihat verme halleri saklı içinde… Konu mu? Elbette aşk… Elbette onu hak eden, bilen, yaşayan insan olmanın kuralları, yolları, önerileri var içinde… Songül Ünsal, bunu birinci kişi ağzından ikinci kişiye yazmış. Çok hoş bir teknik ve çok sıcak bir üslup… Kitabın adı: Yalnız Anlaşıldık. Nasıl vurgularsanız öyle anlayacaksınız adını. Tek başınalık mı var sizce adında, yoksa eninde sonunda anlaşılmış olmak mı? Acaba yazar bu hileyle daha mı iyi anlatıyor anlatacağını? Ben çok beğendim. Kitabın içinde özdeyiş niteliğinde ifadeler de var. “Önce vazgeçildik sonra da vazgeçtik. İçimizdeki yalnızlığa rağmen umudumuz kaybolmadı. Ne kadar üzülsek de güzel sevmekten hiç vazgeçmedik.
Tüm yalnızlara, yalnızlığıyla gurur duyanlara gelsin...”
Belki bir gün özlersin...
“Bırak umursama, elinden geleni yaptıysan bırak işte. her şeyi tamamlayamazsın. Kırıklıkların kimliğindir, kalp sancıların seni büyütendir. Sevgini ve emeğini hak edene ver, seni senden alana değil. Seni sen yapanı sahiplen, dönüp geleni kabullen. Kim bilir, sen de kırmışsındır bir kalp. Belki bir gün sen de özler, geri dönmek istersin. Neyse ki yarın var, umutların en sevdiği gün.”
Bazı kitaplar konuşur… Bu hafta size tanıtacağım kitapların da söyleyecekleri var. Sesleri var adeta, konuşuyorlar. Yazı değil, söz duyuyorsunuz onlardan.
Zorluk ve kolaylık
Bu farklı bir roman… Ateş’le Su’yun romanı…Bir kadın ve bir erkeğin yenilgilerini, birbirine olan düşkünlüklerini, hayata ve birbirlerine olan tutunma çabalarını, hayatı adam etme amaçlarını okuyacaksınız romanda... Çilek Koklayan Adam, Hakkı Ergök’ün üçüncü kitabı… Daha önceki kitaplarını okumadım ama şimdi geri dönüp okuyacağım. Farklı bir kalemi var, değişik bir hayal gücüne sahip…
Bir kadınla bir erkeğin yan yana giden ve birbirine değen hikayeleri ve sonunda olanların hayatı bambaşka noktalara taşıması gerçeği… Değişik bulacaksınız...
Hakkı Ergök, Çilek Koklayan Adam’da, film setlerinden, Beyoğlu’nun arka sokaklarına uzanan bir “mutluluğa ulaşma” savaşını anlatıyor.