Ahmet Ümit: Devlet Kutsal mıdır?

27 Kasım 2015

Ahmet Ümit’in merakla beklenen yeni romanı “Elveda Güzel Vatanım” haftaya çıkıyor. 250 bin adet basılan roman, İttihat ve Terakki üzerinden “Devlet kutsal mıdır?” sorusuna yanıt arıyor. 550 sayfalık roman için Ahmet Ümit, Balkanlar’dan Fransa’ya kadar birçok ülke ve şehre yolculuklar yaptı. Yani İttihat ve Terakki Partisi’nin doğduğu, örgütlendiği yerlere…

Bu yolculuklar sırasında Ümit, pek çok ilginç bilgiye, detaya, soruya rastladığı gibi aynı zamanda kahramanı Şehsuvar Sami’ye de rastlamış. Zira bu yolculuklar başladığı sırada kahramanımız sadece ve bir isimden ibaretmiş, Ahmet Ümit’in kendi kendine tekrarladığı. Ancak yazar, Selanik’e, Makedonya’ya gidip geldikçe, yollar ardında kaldıkça Şehsuvar Sami daha netleşmiş. Git gide kendine bir şekil bulmuş, kimliği olmuş, adresi ve elbette bir hikayesi. Nasıl mı? Gelin buradan sonrasını Ahmet Ümit’in sözlerinden dinleyelim:

ROMAN KASIMPAŞA’DA BİR?BANKTA?BAŞLIYOR

“Roman, Kasımpaşa’da bir bankta bir cesedin bulunmasıyla başlıyor. Birbirine paralel iki hikaye örgüsünde geçen roman hem günümüzde hem de Meşrutiyet’in gerilimli yıllarında geçiyor. 1926’nın sonbaharında Pera Palas’ta kalıyordur Şahsuvar Sami. Tetikçidir. Aslında yazar olmak isteyen bir tetikçi. Ne yazık ki yazar olamamış tetikçi olmuş.

Hep sevdiği kadınla evlenip hayatının geri kalanında da bir şeyler yazmak istemiş. Sevgilisi de öyle, o da yazar olmak istemiş. Ama daha sonra İttihat ve Terakki’nin içine girince aşkından vazgeçmek zorunda kalmış.”

BAŞLANGIÇTA SADECE BİR İSİM OLARAK?VARDI

“Açıkçası başlangıçta aklımda sadece Şehsuvar Sami ismi vardı, o kadar. Bunun üzerine yani ‘Şehsuvar Sami kimdir, ne yapar, ne yer, ne içer, nasıl davranır, nasıl konuşur, nerede doğmuştur” sorularına yanıt bulmak için Balkanlar’a gittim.

Selanik’e ilk gidişimde sadece şehri anlatırım diye düşünüyordum. Ancak ikinci gidişimdeher şey değişti, Selanik’i İttihat ve Terakki’nin doğduğu yer, Şehsuvar Sami’yi de bir paşa torunu olarak tasarlamaya karar verdim. Ayrıca yurtseverdi, dedesi cephede ölmüştü, kendisi de İttihat ve Terakki’cilerle birlikteydi, ‘Osmanlı’yı nasıl kurtarırız’ derdindeydi.”

Devamını Oku

Helal olsun Leyla abla!

21 Kasım 2015

Kartvizitinde sadece “Leyla Umar, gazeteci” yazardı. Ne bir televizyonun ne de gazetenin adı vardı. Gerek de yoktu zira Leyla Umar adı tüm gazete, televizyon ve dergilerin isimlerinden daha büyük, daha tanınmıştı.

Her şeyden önce onun adı uluslararasıydı. Kendisini ondan daha kıymetli gören ve çok daha fazla para kazanan erkek meslektaşları gibi imzası Türkiye ile sınırlı değildi. Röportajları, yazıları ve çektiği fotoğraflar 47 ülkeye yayılmıştı. Üstelik o sıralar ne Twiter vardı, ne Facebook ne e-mail. Leyla Hanım küçücük bir demeç almak için günlerce kapısında beklenen o ünlü kişiler için sürekli mektuplar yazar, araya akıl almaz kişileri sokar, ya da yüzüklerini satarak kazandığı parayla o kişinin bulunduğu ülkeye giderdi.

Röportajları gibi zihni ve vizyonu da uluslararasıydı. 82 yaşındayken bile aklı Rusya’da, Putin’deydi. Onunla röportaj yapmak için saatlerce soğukta beklemiş, sık sık talepte bulunmuştu. Ama olmamıştı. “Biraz daha genç olsam yapardım” derdi. Bence de yapardı ve biz de bu sayede Putin’in hiç bilmediğimiz bir özelliği ile karşılaşırdık. Ne yazık ki, vefatından sonra, dünyanın en iyi röportajcılarından bu değerli gazeteciyi Türkiye basını bir levrek buğulamaya indirgedi. “Castro’ya levrek buğulama öğretmişti” diye yazılıp çizildi hikayesi. Oysa önemli olan o yemek değil, o yemeğe vesile olan röportajdan önce Leyla Umar’ın Castro’yu röportaja ikna edebilmek için tam 10 yıl uğraşmış olmasıydı. Üstelik Castro ile birlikte yemek yaptıkları o meşhur buluşmada Leyla Hanım Çerkez tavuğu ve köfte yapmıştı, Castro da tuzda balık. Leyla Hanım’ın ona öğrettiği balık ise Kalkan’ndı ve o üçüncü buluşmalarına ait bir detaydı. Levrek buğulamanın onlarla hiçbir ilgisi yoktu!

Ama işte, her şeyin magazinini seven basınımız iletişim fakültelerinde ders olarak okutulması gereken bir kişiliği ve onun röportaj tekniğini (özellikle röportajlları alabilmek için bir oya gibi ilişki dokumasını) gözardı edip uyduruk bir “levrek buğulama” hikayesi anlatıp durdu. Yine de çok takılmamak lazım bu sığlığa…

Zira Leyla Hanım yaşarken bu röportajın karşılığını en güzel şekilde almıştı. Küba’dan Türkiye’ye döndükten sonra onu yolda gören taksi şoförleri klaksonlarını çalıp "Helal olsun Leyla ablaaa!" diye bağırırmış. Bu nedenle o taksi şoförlerini de anarak cenaze namazında hep bir ağızdan bağırdığımız o güzel sözleri gibi bir kez daha tekrarlamak isterim: Helal olsun Leyla abla!

Devamını Oku

İstanbul, Orhan Pamuk ve Ara Güler

13 Kasım 2015

İstanbul Orhan Pamuk’un romanlarında bir mekan olarak değil bir kahraman olarak ortaya çıkar. Bu “Benim Adım Kırmızı“da 16. yüzyıl sonu İstanbul’uyken son romanı “Kafamda Bir Tuhaflık”ta ise inşaat sektörünün gölgesinde tüm mahallelerini yitiren bir İstanbul olur. “Kara Kitap”ta da, “Sessiz Ev”de de, “Cevdet Bey ve Oğulları”nda hatta “Beyaz Kale”de de İstanbul romanın mekanı olmaktan bir şekilde çıkar, kendini dillendirirdi. Çünkü Orhan Pamuk, kendisini hep “İstanbulluyum” diye tanımladı. Üstelik o bu kimliği her zaman bir hemşehriliğin ötesinde kullandı. Öyle ki, biyografisini kaleme aldığı “İstanbul-Hatıralar ve Şehir”de kendisine, hayatına da bu şehre bakar gibi bakmış, onu anlatır gibi anlatmıştı ve şöyle demişti bir röportajında: İnsanın çocukluğunu bir altın çağ olarak icad edip bunu ballandırarak ve güzel bir şeyler yazma azmiyle yazmasıdır. Yayımlanan “İstanbul-Hatıralar ve Şehir” bu nedenle İstanbul’un da biyografisi olarak görülmüş, yorumlanmıştı. İçinde Orhan Pamuk’un, ilk 22 senesine dair anıların yer aldığı kitapta İstanbul’a ve kültürüne dair 200 fotoğraf da bulunuyordu.

Orhan Pamuk, bu kitaba şimdi ek bir yorum getirdi ve 230 fotoğraf daha ekledi. Bir de “Fotoğraf Toplamak” isimli bir bölüm. Zira Pamuk’un yazarlık serüvenini bilenler “Sessiz Ev”deki Faruk gibi kendisinin de arşivleri, sahafları, eskicileri çok sevdiğini hatta “Masumiyet Müzesi”ndeki Kemal gibi işi bir müzeye vardırdığını bilir diyor.

“Hatıralar-İstanbul ve Şehir”in yeni baskısında: İstanbul’un bütün “güzel” fotoğraflarını toplamak değildi. Kitapta anlattığım konuları, duyguları gösteren, ortaya çıkaran, büyüten siyah beyaz fotoğrafları topluyordum. Bu dürtüyü en çok büyük fotoğrafçı Ara Güler’in 1950-80 arasında çektiği İstanbul fotoğraflarına bakarken hissediyordum. Ara Güler hâlâ bazan bana ‘sen benim fotoğraflarımı çocukluğunu hatırlattığı için seviyorsun’ der. Ben de ona onun fotoğraflarını güzel oldukları için sevdiğimi anlatırım. Böylece güzellik-hatıra ilişkisi üzerine konuşmaya başlarız.”

Devamını Oku

O yazı hatırlar mısın?

7 Kasım 2015

Ağabeyim Jem on üç yaşındayken kolunu dirseğinden fena bir şekilde kırmıştı. Sol kolu sağından biraz kısa kalmıştı ama futbol oynamasına engel olmadığına inandıktan sonra bunun konusu hiç olmamıştı.

“Bülbülü Öldürmek” romanını okuyan herkes bu ilk cümleleri hatırlayacaktır. Abisi Jem ve arkadaşı Dill’in kız olduğu için yanlarına almadıkları Scout’un Bayan Maudie’nin güzel pastaları ile avunduğu ve bir anda avukat babasından “zenci dostu” diye bahsedildiği yazı da... Çocuk kahramanlarımızın istedikleri kadar şakrak kuşu vurabileceklerini ama bülbülü öldürmenin günah olduğunu öğrendikleri o anı da... Ve Atticus’un siyahi olduğu için suçlandığı tecavüz davasını ve avukat babalarının edebiyat ve sinema tarihine geçecek olan harika savunmasını... Ben de pek çok çocuk gibi Harper Lee’ye 1961 yılında Pulitzer Edebiyat Ödülü‘nü getiren “Bülbülü Öldürmek” romanıyla önce sinema uyarlamasıyla tanışmıştım. Harika bir uyarlamaydı ve beni kitaptan soğutmak yerine günlerce “bu kitabı nasıl bulurum” diye düşündürmüştü. Kitabın hayalini kurduğum günlerde zihnimde Gregory Peck’in oyunculuğu ve o savunma sahnesi dolanmıştı. Hani, mağdurun yaralarından suçlunun solak olduğunu ispat ettiği ve sonra da bir bardak alıp Atticus’a fırlattığı sahne ve Atticus’un da bardağı sağ eliyle yakaladığı... Bu sahneyi her hatırlayışımda o kadar heyecanlanıyordum ki, bir yaz günü tesadüfen kitapla karşılaşınca hemen o sayfayı bulmaya çalışmış, defalarca okumuştum. Evet, adalet geciktirilebilirdi ama engelenemezdi! Bu güzel kitap Harper Lee’nin tek kitabı sanılıyordu, geçen yıl kasadan çıkan “Tespih Ağacının Gölgesinde”ye kadar... Meğer Jem’in kolunu kırdığı o yazdan öncesi de varmış ve Lee bize onu da anlatmış. İşte şimdi bu hikaye duruyor önümüzde. “Bülbülü Öldürmek”ten sevdiğim cümleler “Öyle insanlar var ki, bütün vakitlerini öbür dünyayı düşünerek geçiriyorlar. O zaman da bu dünyada yaşamayı öğrenemiyorlar.” “Bazen birinin, fena saydığı bir sıfatla çağrılmak hakaret sayılmaz. Bu bize sadece karşımızdakinin ne kadar zayıf ve zavallı olduğunu gösterir.” “Bir çeşit insan varsa niçin birbirleriyle geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin birbirlerini kırmak için bu derece gayret sarf ediyorlar?”

“Bir insanın ayakkabılarını giyip bir müddet onunla gezinmedikten sonra o adamı tanımamıza imkân yok.”

Devamını Oku

Yarın sabah...

30 Ekim 2015

Rahmetli babam için seçim günlerine bizden çok daha farklı değer veren bir kuşaktandı. Öğretmendi. Köy Enstitüleri’ni kaçırmıştı ama o kültürü taşıyordu. Onun için oy kullanmak bir hak olduğu kadar büyük bir sorumluluktu.

Bu yüzden biz fosur fosur uyurken çoktan kalkmış, duşunu almış, tıraşını olmuş, kahvaltısını yapmış olurdu. Annemle ikisi, sonucun ne olacağını bilseler de, yine de bizi uyandırmak için seslenirler ve hep aynı yanıtı alırlardı “Daha beşe çok var, bu telaş niye?”

O zaman şöyle derlerdi; “Hiç heyecan yok sizde!”

Bu nedenle babam dolaptan takım elbisesini çıkarıp giyerken de annem onun kravatını düzeltirken de biz uyur olurduk. Annemin de şık bir elbisesini giyip oy kullanacakları okulun yolunu tuttuklarında kapanan kapıyı bile duymazdık. Biz uyandığımızda ise onlar çoktan oylarını kullanmış, kritiklerini yapmış, televizyonu açmış, kahvelerini içiyor olurlardı. Elbette biz de oyumuzu kullanırdık. Ama nasıl söylesem bizimki, biraz lakayt bir tavırdı. Onlar gibi özenli değildik. Sıradan bir günmüş, biz de bakkala gidiyormuş gibi apar topar hazırlanarak giderdik oy kullanmaya. Bazı arkadaşlarımızın da “tatil yaptım” sözlerinde bir tuhaflık bile görmezdik.

Ama işte hayat. En büyük öğretici. Sizi bilmem ama seçim öncesi erken yatıp erken kalkmayı planlıyorum. Kahvaltıda ekmek kızartmayı, özene bezene sofra hazırlamayı… Eşimi uyandırıp dostlarımızı aramayı… Sonra güzel bir kıyafet giyip oy kullanacağım okulun yolunu tutmayı... Çünkü biliyorum ki, yarın oy kullanacağım ve bu çok kıymetli bir hak.

Sağlığa!

Yolunuz Bağdat Caddesi’ne düşerse ya da cadde müdavimiyseniz, hem bir şeyler yemek hem de bir bira içmek istiyorsanız, Draft Gastropub’a… Çünkü burada hem “bira ile iyi giden” sokak lezzetlerini hem de dünyanın birçok ülkesinden bira çeşidini bulmanız mümkün. Keyifli ve neşeli atmosferi, harika çalışanları ile Draft Gastropub özellikle kutlamalar için şahane bir yer. (Bağdat Caddesi No:349/D Erenköy)

Devamını Oku

Kardeşin duymaz eloğlu duyar!

23 Ekim 2015

Günlerden 20 Ekim, 2015. Yani 102 iki kişinin öldüğü, onlarca insanın fiziksel ve psikolojik olarak yaralandığı Ankara Katliamı’nın üzerinden sadece 10 gün geçmiş. Paris’te, küçük bir galeri önündeyim. Outsider Art Show’un.

“Benim Paris’im” kitabının yazarı Cüneyt Ayral’ın tavsiyesi üzerine buradayız.

İki büyük tablo daha galeriye girmeden, kapıda bile değil, sokağın ortasından göze çarpıyor. Ama mecazi olarak değil gerçekten çarpıyor. Mıh gibi saplanıyor. Kala kalıyorsunuz.

Çünkü tablolardan biri Ankara Katliamı’na diğeri de Aylan bebeğe ait. Çok iyi bildiğimiz, üzerine tartıştığımız, yorum yaptığımız iki fotoğrafın tuvale yorumu...

Aklıma ilk gelen, özellikle Ankara Katliamı’nı anlatan tablo için “Ressam bunu ne vakit yapmış” oluyor. Malum, daha 10 gün geçmiş olayın üzerinden. 10 gün ki, ülke vatandaşlarımızın bazılarının “Oh iyi olmuş” sözlerini bile geri almadıkları ve vicdanlarıyla karşılaşamadıkları bir 10 gün. Hem utanıyorum, hem de umut doluyorum. “Demek ki” diyorum “Küreselleşen sadece ticaret değilmiş, iyilik ve adalet arayışı da küreselleşiyormuş.”

Üstelik genç İspanyol ressam Zee Carrion daha önce Türkiye’ye bile gelmemiş. Ama uluslararası siyasetin “düşman” olarak tanımladığı komşu Yunanistan’da uzun süre yaşamış. “Hepimiz Akdenizliyiz, aynı kültür önünde sonunda” diyor ve bu iki tabloyu yapmasının nedenlerini şöyle anlatıyor:

“İç içe girmiş bir dünyada yaşıyoruz, bu son iki olay bardağı taşıran damlalar oldu. Kıyıya vurmuş, ülkesinden kaçarken, özgürlüğe koşarken ölmüş bir çocuk cesedi, bunu kavramakta hepimizin çok güçlük çekmesi gerekmez mi? Ankara’da 100’ü aşkın gencecik insan öldürüldü, şimdi bunlara ben bir sanatçı olarak arkamı nasıl dönebilirim?”

Not: Bu sergiyle birlikte street-art’ın önemini de tekrar fark ettim. Zira street-art sanatçıları çok hızlı refleksler gösterebiliyor. Tıpkı Zee Carrion’un 10 gün önce olan bir olayı resmedebilmesi ve bunu bir sergiye taşıyabilmesi gibi. Anlaşılan o ki, “hız” ve “hızlı olmanın” her geçen gün gücünün arttığı 21. yüzyılda sanatın refleksleri salonlara sığamayacak.

Devamını Oku

Wattpad deyip geçme!

18 Eylül 2015

Dile kolay, 40 milyon kişi takip ediyor. Günde 150 bin yeni yazı yayımlanıyor. Şu ana kadar yayılanan hikaye sayısı ise 100 milyon.

Bilmem farkında mıyız ama karşımızda dünyanın en büyük yayıncısı ya da ajansı var. (Artık nasıl bakarsanız.) Evet, Wattpad belki klasik anlamda kitap yayımlamıyor ama amatör yazarların metinlerini yayımlamalarına, yazdıklarının okunmasına ve isimlerini duyurmasına fırsat veriyor. Bu anlamda da büyük bir açığı gideriyor. İşte bence “Bu açık nedir” bunun üzerine dikkatle düşünmeliyiz.

Ancak, Türkiye yayın dünyası bu soruyu daha gündeme bile getirmeden bir çırpıda whattpat eleştirisine girdi. Burada yayımlanan yazıları, hikayeleri, şiirleri yerden yere vuran yazılar yayımlandı, tavırlar alındı. Bu yazarların kitaplarını yayımlayan yayınevleri adeta küçümsendi. Bir zamanlar çok satan kitaplara ve çok satar yazarlara yönelik tavır adeta tekrar sahneye çıktı.

Buna rağmen wattpad yazarları okurlar tarafından hızla benimsendi. Yayımlanan kitaplar baskı üstüne baskı yaptı, yapıyor. 17 yaşındaki genç yazarların, daha önce hiçbir edebiyat geçmişi olmamasına rağmen, imza günlerinde kuyruklar oluşuyor.

Elbette bu kitapları, “yüksek”, “ağır”, “nitelikli” edebiyatla birlikte ele alacak, onlarla kıyaslayacak, onların ağırlığında tartacak değilim. Beni bilenler bilir, böyle komplekslerim yoktur.

Yazarlık, yetenek kişiye hastır ve bu o kişinin yolculuğudur. Okur olmak da öyle... Herkes kendi yolculuğunu yaşar. Bir yolculuğu diğerinden stün ya da vasat görmek de bana çok anlamsız gelir.

Bu nedenle yapacağım yorum sektöre dair olacak.

Bu yazarlar ve bu yazarların yazdıkları dosyalara, metinlere ya da kitaplara olan ilgi bu kadar yüksek olmasına rağmen reel yayıncılık bunu neden fark etmedi, edemedi? Bu yazarlardan birkaçı olsun keşfedilemez miydi? Bu yazar ve okur kitlesi neden ancak internet sayesinde açığa çıkabildi?

Devamını Oku